21 Aralık 2008 Pazar

Neye Sahip Olursanız Olun!..

Bugün insanların iştahlarının azdırıldığı, nefislerin şımartıldığı, her türlü zevk ve hazzın yüceltildiği, şeytanın ve şeytânî vasıfların alabildiğine özgürleştirildiği, sanatçı ve futbolcuların kutsandığı, paranın sonsuz bir güç kaynağı görüldüğü, mevkî ve iktidarların nefsin sultasına girdiği, helâlin terk edilip harama el uzatıldığı bir devir…
Herkesin tüketebildiği kadar “var” olduğu, gösteriş yapabildiği kadar “zengin” olduğu, zulmedebildiği kadar “güçlü” olduğu bir devir…
Böylesine her şeyin tepetaklak olduğu, kafaların ve gönüllerin bulanıklaştığı bir çağda, akıntıya kürek çekmek ne kadar zor…
İnsanlara:
Ne kadar çok yaşarsanız yaşayın, bir gün öleceksiniz,
Ne kadar çok malınız olursa olsun, bir gün başkalarının olacak;
Ne kadar çok yiyeceğiniz olursa olsun, ancak midenizin elverdiği kadarını yiyebileceksiniz
demek…
Ya da;
“Sabahtan akşama kadar rızkınız için çalışsanız da, rızkınızın size takdir edilenden fazla olmayacağını bilin, elinizden geleni yaptıktan sonra sahip olduklarınıza râzı olun, hırsa kapılmayın, meşrû sınırlar içinde kalın!..” diyebilmek…
“İnsanın elinin emeğiyle, alnının teriyle yediği yemek en lezzetli yemektir.”
“Kanaatle, tevekkül ve teslimiyetle yenilen bir kuru ekmek; hırsla, açgözlülükle, haramla karışık ziyafetten binlerce kat iyidir.”
... “Allâh’ın size özel verdiği, fırsat, kabiliyet, istidat ve imkânlar sizi farklı kılar. Başkasının elindekilere özenmek yerine, onları geliştirmeye bakın!..”
diyebilmek… Böylesine reklam bombardımanı altında kalmış, çağımızın harîs tüketici insanlarına, onların yıpranmamış vicdanlarına seslenebilsek keşke… Çağların mesajını, nefis ve şeytan tamtamlarının yükseldiği böylesine gürültü kirliliğinde bile gönüllerine fısıldayabilsek…
Bak, niceleri geldi geçti, işte yaşadıkları yerler, işte yedikleri toprak, içtikleri su… Sonuçta hepsi o toprağın bağrına yarı aç, yarı tok; yarı giyinik, yarı çıplak girdi.
Hani nerede kudretiyle, askeriyle, ordusuyla beldeleri yakıp yıkan kudretli sultanlar…
Nerede bir yediğini bir daha yemeyen, bir giydiğini bir daha giymeyen asilzâdeler, zenginler, kuştüyü yataklarında dinlenen milyarderler…
Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu gibi:
“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp alt-üst etmişler, onu bunların imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (er-Rum, 9)
“(Ey münafıklar!.. Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlatça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden nasıl faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların tâ kendileridir.” (ev-Tevbe, 69)
... Hazret-i İsa’nın doğumundan 2.000 küsur yıl geçmiş. İnsanlığın geçmişini bu tarihten öncesinde de 4.000, hatta 6.000 yıl eskilere kadar götürenler var. Yani yaklaşık 6 ilâ 8.000 yıldır bu topraklar üzerinde insanlar yaşıyor. Niceleri doğmuş, yaşamış ve ölmüş. Kimilerinin izlerini, eserlerini, isimlerini duyduk, biliyoruz; birçoğu ise meçhul olup gitmiş… Geride ne bir eseri, ne de nesli ve ismi kalmış.
Biz de doğduk, büyüdük ve yaşıyoruz. Ne zaman doğacağımızı tayin edemediğimiz gibi ölümün bizi ne zaman ve nerede karşılayacağını da bilemiyoruz.
Kısacası, insanın hayatında binlerce yıldır değişen çok fazla bir şey yok!.. Çünkü insanın tabiatı ve iç dünyası değişmiyor.
Binlerce yıl önce yaşamış Firavun ve Nemrud’ların kibri ve üstünlük iddiaları veya dünyayı kasıp kavuran ceberrut devlet ve idârelerin zulmü neyse, bugün de aynı…
Binlerce yıl önce, yeryüzünü süsleyen, İrem bağlarıyla dillere destan olan, dağları oyup içinde mağaradan evler yapan, hatta öldükten sonra yâd edilmek için piramitler diken insanlar neyse, günümüzde de göklere meydan okuyan gök delenleri dikenler aynı kişiler…
Geçmişte evlerini, ambarlarını yiyeceklerle dolduran, daha fazlasına sahip olmak için çalıp çırpan, kaba kuvvet kullanan kimseler, bugün de insanların ceplerine uzanan, hiç ölmeyecekmiş gibi para yığanların aynıları…
Hepsi insan…
Hepsi hırslı…
Hepsi fânî…
İnsanın iç dünyasında, tabiatında ve fıtratında bir değişiklik olmadığı için, ona sürülecek merhem de aynı… “Yüzlerce yıl önce indirilmiş” olan ilâhî bir kitap, bugün de, yarın da insanların dertlerine derman olacak…
Çünkü insanı yaratan ve onun her hâlini bildiren Cenâb-ı Hak, onu, zaaflarından nasıl kurtulacağı noktasında da yalnız bırakmamış. Onu vahşetten medeniyete, zulümden adâlete, şiddetten şefkate, tamahtan kanaate, kısacası şeytanlıktan melekliğe yükseltecek yolu göstermiş. Yeter ki, o yolun yolcusu olmaya niyet etsin…
(Fatma Nur Cihan)
Kaynak: Şebnem Dergisi/33

2 yorum:

  1. mrb uzun zamandır sizi takip edıyorum ve çok başarılı buluyorum yazılarınızın devamını umutla beklıyorum sık sık yakın çevreme sizi tavsıye edıyorum paylaşmak istedim... sevgilerle

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler.
    Saygılar...

    YanıtlaSil