İNGİLİZCE İSMİ:YARROW,HERB
LATİNCE İSMİ:Achillea millefolium
AÇIKLAMALAR: Civanperçemi, yöresel olarak akbaşlı , barsamaotu, binbiryaprakotu, marsamaotu, beyaz civanperçemi, sarı civanperçemi ve kandilçiçeği diye de anılır. Hayatımızdan ayrı düşünemeyeceğimiz bir şifalı bitkidir. Türkiye'de 40 kadar civanperçemi türü bulunmakta ve bunların birçoğu tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Türlerine göre 5-100 cm yükseklikte, yapraklar yünlü gibi tüylü ve parçalı, çiçekleri; beyaz, fildişi beyazı, soluk sarı veya altın sarısı rengindedir. Çok yıllık ve otsu bir bitkidir. Mavimtrak renkli bir uçucu yağ taşır . Bu uçucu yağda azulen, limonen, sineol, borneol, pinenler, seskiterenler vardır. Bitki çayırlarda, dar tarla yollarında, yol kıyılarında ve tahıl tarlalarının kenarlarında kümeler halinde yetişir. Güneşli havalarda çevresine aromalı keskin bir koku yayar . Aslında çiçekleri , güneşin en etkili olduğu saatlerde toplamak gerekir, çünkü o sıralarda eterli yağları ve şifalı gücü doruk noktasında olur. Ünlü herbalist Kneipp , bir yazısında şöyle diyor : "Arada bir civanperçemi çayı içmiş olsalar , kadınlar pek çok problemle hiç karşılaşmazlardı! Adet kanamaları düzensiz bir genç kız olsun, menopoz dönemindeki veya sonrasında olgun bir kadın olsun, tüm kadınlar için arada sırada civanperçemi çayı içmek çok önemlidir. Civanperçemi, akla gelebilecek tüm konularda, dölyatağını (rahim) en iyi biçimde etkiler. Yumurtalık iltihaplanmasında alınmaya başlanan civanperçemi oturma banyolarının daha ilkinde ağrılar kesilir ve iltihap yavaş yavaş gerilemeye başlar. Bu banyolar aynı zamanda , yaşlı kişilerin ve çocukların yatağa işeme problemlerine karşı ve dölyatağı (rahim) akıntılarında da başarılı olur. Bu durumlarda ayrıca günde 2 bardak civanperçemi çayı da içmek gerekir. Dölyatağı kaymasında da (Prolapsus) uzunca bir süre oturma banyoları alınır, ayrıca günde 4 bardak arslanpençesi çayı içilir ve çobançantası tentürü ile dölyatağı civarına, vajinadan yukarı doğru masajlar yapılır. Miyomlar da (Kas yapılı urlar), doktor kontrolünün olumlu bir sonuç vermesine kadar, uzunca bir süre her gün civanperçemi oturma banyoları alındığında yok olabilirler. Menopoz döneminde de kadınlar sık sık civanperçemi çayını anımsamalıdırlar. Bu durumda, iç huzursuzlukları ve daha başka rahatsızlıklarla karşılaşmayacaklardır. Civanperçemi oturma banyoları da sağlık için çok yararlıdır. Kol ve bacaklardaki sinir iltihaplanmalarında, civanperçemi katkısıyla yapılacak kol ve bacak banyoları çok rahatlatıcıdı. Fakat, bitki öğle güneşinde toplanmalıdır. Bu tür banyolar özellikle ilk alındığında yararlı olurlar ve tüm ağrılar diner. D r. Lutze, civanperçemini şu hastalıklara öneriyor: •Kanın kafaya sancılı biçimde basıncı •Baş dönmesi •Bulantı •Göz sulanması eşliğindeki göz rahatsızlıkları• Göz sancıları •Burun kanaması •Hava şartlarından kaynaklanan migren krizi Düzenli olarak içilen bitki çayı ile migren tümüyle iyileşebilir. Eski bitki kitaplarında civanperçemi, tüm hastalıkların ilacı olarak nitelendirilmektedir. Bedeni temizleyici etkisi sayesinde, yıllar boyu yer etmiş hastalıkları bedenimizden dışarı atabiliriz. Civanperçeminin en iyi biçimde ve doğrudan kemik iliğini etkilediğini ve orada kan üretimini düzene soktuğunu pek çok kişi bilmez. Bu gücü sayesinde bitki, kemik iliği hastalıklarında ve iltihaplarında, tıp biliminin çaresiz kaldığı durumlarda bile, çay kürleri, banyolar ve tentür kullanımı yolu ile yardımcı olabilir. Civanperçemi, akciğer kanamalarının durdurulmasında etkilidir ve eğir kökü ile birlikte kullanıldığında akciğer kanserini iyileştirebilir. Kökü gün boyunca çiğnenir ve civanperçemi çayı, sabah ve akşam olmak üzere, günde 2 bardak yavaş yavaş yudumlanarak içilir. Mide kanamlarında ve basur kanamalarında olduğu kadar, mide basıncı (şişkinliği) ve mide yanmalarına karşı bitki çayı çok kısa sürede başarı sağlar. Soğuk algınlıklarında, sırt veya romatizma ağrılarında, bitki çayı elden geldiğince sıcak olarak ve sık sık içilmelidir. Bitki çayı , böbreklerin düzenli çalışmasını da sağlar , iştahsızlığı giderir, gazları ve mide kramplarını, karaciğer düzensizliklerini, mide ve bağırsak kanalı iltihaplarını iyi eder ve bağırsak beze çalışmalarını düzenleyerek, dışkılamayı kolaylaştırır. Kan dolaşımına ve damar kramplarına karşı çok etkili olduğu için, bitki çayını koroner yetmezliğinde de hararetle önermek gerekir. Rahatsız edici vajinal kaşıntılar, bitkinin kaynama suyu ile yapılan yıkama ve oturma banyoları sayesinde yok olur. Civanperçemi çiçeklerinden, basura karşı çok etkili bir merhem hazırlanabilir.
Çay hazırlamak:Yarım veya bir tatlı kaşığı ince kıyılmış bitki , orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 15 dakika demlendikten sonra süzülür. Merhem hazırlamak :100 gr tuzsuz tereyağı veya içyağı tavada iyice kızdırılır. Ince kıyılmış bir avuç kadar taze civanperçemi çiçeği ve ince kıyılmış 15 taze ahududu yaprağı tavaya atılır, çıtırdamaya başlayınca karıştırılır ve tava ocaktan çekilerek, üstü kapalı bir biçimde serin bir yere kaldırılır. Ertesi gün hafifçe ısıtılır, tülbentten geçirilerek süzülür ve temiz kaplara doldurulur. Buzdolabında saklanmalıdır!
Oturma Banyosu :Iki büyük avuç dolusu ince kıyılmış taze bitki veya 100 gr kurutulmuş bitki, gece boyunca soğuk suda bekletilir. Ertesi gün kaynama derecesine kadar ısıtılır ve süzülerek banyo suyuna eklenir.
Kaynak: http://www.awecemre.com/bitki-detay.asp?i=40
http://www.bitkisel-tedavi.com/civanpercemi.htm
30 Mart 2008 Pazar
27 Mart 2008 Perşembe
120
"120" filmi mutlaka izlenmeli; mutlaka izlettirilmeli...
FİLMİN KONUSU: "Van.. 1915 Ocak.. Kış... 1’nci Dünya Harbi’nin ilk ayları... Eli tüfek tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken sınır birliklerinde cephane tükenir... Vanlı çocuklar gönüllü olurlar;
Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120 isimsiz kahraman çocuk...
Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda günlerce – gecelerce yürürler...
İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir kahramanlığa dönüştüren gençlerimiz ..."
FİLMİN FRAGMANI BURADA: http://www.sinematurk.com/film.php?action=goToFilmPage&filmid=20487&filmad=120
Sinemalar bu filme özel kampanya da yapmışlar.
Ücreti, herkese 3 YTL.
Aileniz ve yakınlarınızla rahatlıkla izleyebilirsiniz..
FİLMİN KONUSU: "Van.. 1915 Ocak.. Kış... 1’nci Dünya Harbi’nin ilk ayları... Eli tüfek tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken sınır birliklerinde cephane tükenir... Vanlı çocuklar gönüllü olurlar;
Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120 isimsiz kahraman çocuk...
Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda günlerce – gecelerce yürürler...
İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir kahramanlığa dönüştüren gençlerimiz ..."
FİLMİN FRAGMANI BURADA: http://www.sinematurk.com/film.php?action=goToFilmPage&filmid=20487&filmad=120
Sinemalar bu filme özel kampanya da yapmışlar.
Ücreti, herkese 3 YTL.
Aileniz ve yakınlarınızla rahatlıkla izleyebilirsiniz..
26 Mart 2008 Çarşamba
Kitap...
Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar (Ertuğrul Düzdağ)
Kadın Psikolojisi (Prof. Dr. Nevzat Tarhan)
Kadın Oradaydı (Çok Yazarlı-Kollektif)
Hazreti Hatice-i Kubra (M. Necati Bursalı)
Leyla ile Mecnun (İskender Pala)
Gül'ün Gülleri (Adem Saraç)
Suyun Bilinmeyen Gücü (Masaru Emoto)
Kadın Psikolojisi (Prof. Dr. Nevzat Tarhan)
Kadın Oradaydı (Çok Yazarlı-Kollektif)
Hazreti Hatice-i Kubra (M. Necati Bursalı)
Leyla ile Mecnun (İskender Pala)
Gül'ün Gülleri (Adem Saraç)
Suyun Bilinmeyen Gücü (Masaru Emoto)
20 Mart 2008 Perşembe
Hac Suresinden Müminun Suresine Geçiş
Hac suresi “müslümanlar” adını vererek ve bu adın içini doldurarak bitti. Ruku, secde, namaz, zekat, hac… Bir çağrı söz konusuydu; hac gibi, ezan gibi, peygamber çağrısı gibi. Ve lebbeyk diyerek boyun eğmek, teslim olmak vardı surede. Bir çağrılış ve bir boyun eğiş.
Bir sonraki surenin adı müminun yani müminler. Müslimden sonra mümin. Cibril hadisinde olduğu gibi. İnsan önce müslim, sonra mümin oluyordu. Kur’an’ın a’rabilere söylediği gibi; “mümin olduk değil müslim olduk deyiniz. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”
Mümin olmak bir kalp kıvamı, kalpte imanın kök salması. İmanın hale sirayeti.
Müminun suresinde; tevhit, nübüvvet ve ahiret inancının yerleştirildiğini görüyoruz. İmanın esası yani.
Müşfik bir kalpten bahsediliyor. Titreyen, endişe eden bir kalp. Çok sakınan, haşyet duyan, ürperen. İmanına şirk bulaştırmayan, Allah ile irtibatını koparmayan ve bu hal üzre iyilik için koşturan kullar müminler. Çokça istiğfar eden, Allah’ ı çokça anan, tesbih eden, dua eden. Nefis ve şeytandan çokça sığınan. Nefsinden emin olmayan, bu yüzden her an tetikte duran. Rabbinden emin kullar.
Bu surede, mümin olmak istiğfar istemek ve merhamet dilemekle bağlanıyor.
Bir sonraki surenin adı müminun yani müminler. Müslimden sonra mümin. Cibril hadisinde olduğu gibi. İnsan önce müslim, sonra mümin oluyordu. Kur’an’ın a’rabilere söylediği gibi; “mümin olduk değil müslim olduk deyiniz. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”
Mümin olmak bir kalp kıvamı, kalpte imanın kök salması. İmanın hale sirayeti.
Müminun suresinde; tevhit, nübüvvet ve ahiret inancının yerleştirildiğini görüyoruz. İmanın esası yani.
Müşfik bir kalpten bahsediliyor. Titreyen, endişe eden bir kalp. Çok sakınan, haşyet duyan, ürperen. İmanına şirk bulaştırmayan, Allah ile irtibatını koparmayan ve bu hal üzre iyilik için koşturan kullar müminler. Çokça istiğfar eden, Allah’ ı çokça anan, tesbih eden, dua eden. Nefis ve şeytandan çokça sığınan. Nefsinden emin olmayan, bu yüzden her an tetikte duran. Rabbinden emin kullar.
Bu surede, mümin olmak istiğfar istemek ve merhamet dilemekle bağlanıyor.
Duha Suresi
Günün ve gecenin en dingin haline yeminle başlıyor duha suresi. Sukunete yemin ile başlıyor kalbe sukunet veren sure.
Bir nimetler geçiti duha suresi. Verilen ve vadedilen nimetlerin harmanı. Müjdeli bir haber.
“Senin için her işin sonu başından hayırlı olacaktır. Rabbin seni razı edinceye kadar sana verecek. Seni yetim bulup barındırmadı mı. Şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi. Fakir bulup zenginleştirmedi mi.” Verilmiş ve verilecek nimetlerin zikrinden sonra sorumluluk/vazife hatırlatılıyor. Rahmet ve zahmet dengesi. “Öyleyse sen de yetimi horgörme. Senden isteyeni azarlama. Rabbinin nimetlerini anlat da anlat”
Kasas 77 de, “ihsanda bulun, Raabin sana ihsan ettiği gibi” deniyor. Hz.İsa; “seni affediyorum, öyleyse sende bir başkasını affet” buyuruyor. Çoğaltabiliriz; seni seviyorum, sen de bir başkasını sev; sana veriyorum, sen de bir başkasına ver; sana sabrediyorum, sen de bir başkasına sabret.
Nefis, seni affediyorum, sen de beni affet der. İki kişilik bir kısır döngü çizer en fazla. Ortada ben olan. Herkesi dışarda bırakan. Bu öğretinin ise kuşatamayacağı insan yoktur. Herkes bir başkasına döneceği için, kimseyi dışarıda bırakmaz.
Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsan et diyor kavmi Karun’a. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya çağırıyorlar bir bakıma.
Duha suresinde de Allah kuluna nimetlerini hatırlatıyor önce. Sonra kuldan ihsan istiyor.
Rabbinin nimetlerini anlat da anlat diye bitiyor. Bu niyazdır. Dua-niyaz-naz. Buradaki kulun elini açıp Rabbim……..diyerek, kendisine verilenleri tek tek, güzel güzel nimeti verene anlatmasıdır. Allah bunu çok seviyor.
Bir nimetler geçiti duha suresi. Verilen ve vadedilen nimetlerin harmanı. Müjdeli bir haber.
“Senin için her işin sonu başından hayırlı olacaktır. Rabbin seni razı edinceye kadar sana verecek. Seni yetim bulup barındırmadı mı. Şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi. Fakir bulup zenginleştirmedi mi.” Verilmiş ve verilecek nimetlerin zikrinden sonra sorumluluk/vazife hatırlatılıyor. Rahmet ve zahmet dengesi. “Öyleyse sen de yetimi horgörme. Senden isteyeni azarlama. Rabbinin nimetlerini anlat da anlat”
Kasas 77 de, “ihsanda bulun, Raabin sana ihsan ettiği gibi” deniyor. Hz.İsa; “seni affediyorum, öyleyse sende bir başkasını affet” buyuruyor. Çoğaltabiliriz; seni seviyorum, sen de bir başkasını sev; sana veriyorum, sen de bir başkasına ver; sana sabrediyorum, sen de bir başkasına sabret.
Nefis, seni affediyorum, sen de beni affet der. İki kişilik bir kısır döngü çizer en fazla. Ortada ben olan. Herkesi dışarda bırakan. Bu öğretinin ise kuşatamayacağı insan yoktur. Herkes bir başkasına döneceği için, kimseyi dışarıda bırakmaz.
Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsan et diyor kavmi Karun’a. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya çağırıyorlar bir bakıma.
Duha suresinde de Allah kuluna nimetlerini hatırlatıyor önce. Sonra kuldan ihsan istiyor.
Rabbinin nimetlerini anlat da anlat diye bitiyor. Bu niyazdır. Dua-niyaz-naz. Buradaki kulun elini açıp Rabbim……..diyerek, kendisine verilenleri tek tek, güzel güzel nimeti verene anlatmasıdır. Allah bunu çok seviyor.
Tin Suresi
Tin suresi “tin ve zeyzun”a yeminle başlıyor. Bunların incir ve zeytin anlamına geldiği biliniyor. Ancak mecazi olarak farklı manalara işaretleri de göz önünde bulunduruluyor.
Şam ve kudüste birer mescid ve ya birer dağ olduğu rivayet ediliyor. Ya da yine o bölgede birer şehir. Bu rivayetlerin ortak yanı öngörülen her ne ise Dimeşk vilayeti içinde bulunması. Osmanlının Şam vilayeti yani. Bu günkü suriye, kudüs ve filistini de içine alıp Mısır a kadar uzanan vilayet. İsra suresinin ilk ayetinde “kulunu bir gece mescid-i haram dan etrafını mübarek kıldığımız mescid-i aksa ya götüren Allah sübhandır” buyurularak bu bölge için etrafını mübarek kıldığımız taltifi yapılıyor. Hicaz bu bölgenin dışında, üçüncü ayette bu emin beldeye yemin olsun denilerek Mekke de dahil ediliyor. Yani surenin başında üzerine yemin edilen yerler kur’an da adı geçen peygamberlerin geldiği bölge oluyor. Vahyin inzal edildiği yerlere yemin ediliyor.
İkinci bir mana ise incirin erkeği; zeytinin kadını sembolize etmesi. Erkeğe ve kadına yeminle başlıyor yani sure. Döllenmeyle rahme düşen yumurta rahim çeperine tutunduğunda bir tepecik görünümünde. Yani, “turu sinin”; ona da yemin var. Ve emin belde ise rahim oluyor. Böylece insanı anlatan bu süre insanın oluşumuna yeminle başlamış oluyor.
“ahsen-i takvim” insanın bir ucu, “esfele safilin” diğer ucu. İnsanın imkan alanı çok geniş. İnsanın alt ve üst sınırları çiziliyor surede.
Takvim ; kame kökünden geliyor. Kıyam, kıyamet, Kayyum, makam, kavvam, kıymet, ikame, istikamet, kaim, kaimmakam, mukavemet ve müstakim aynı kökten.
Ahsen-i takvim, insanın dik durabilen, ayakta durabilen, düzgün biçimli ve güzel görünüşlü oluşuyla akıl, izan, vicdan, gönül sahibi oluşunu yani dış ve için uyumunu ifade ediyor.
Omurgalı olmak, kıyamda durabilmek, istikamet üzre olmak, müstakim olmak insanın elif şeklindeki yerden göğe uzanışıyla ilgili mi acaba???
Şam ve kudüste birer mescid ve ya birer dağ olduğu rivayet ediliyor. Ya da yine o bölgede birer şehir. Bu rivayetlerin ortak yanı öngörülen her ne ise Dimeşk vilayeti içinde bulunması. Osmanlının Şam vilayeti yani. Bu günkü suriye, kudüs ve filistini de içine alıp Mısır a kadar uzanan vilayet. İsra suresinin ilk ayetinde “kulunu bir gece mescid-i haram dan etrafını mübarek kıldığımız mescid-i aksa ya götüren Allah sübhandır” buyurularak bu bölge için etrafını mübarek kıldığımız taltifi yapılıyor. Hicaz bu bölgenin dışında, üçüncü ayette bu emin beldeye yemin olsun denilerek Mekke de dahil ediliyor. Yani surenin başında üzerine yemin edilen yerler kur’an da adı geçen peygamberlerin geldiği bölge oluyor. Vahyin inzal edildiği yerlere yemin ediliyor.
İkinci bir mana ise incirin erkeği; zeytinin kadını sembolize etmesi. Erkeğe ve kadına yeminle başlıyor yani sure. Döllenmeyle rahme düşen yumurta rahim çeperine tutunduğunda bir tepecik görünümünde. Yani, “turu sinin”; ona da yemin var. Ve emin belde ise rahim oluyor. Böylece insanı anlatan bu süre insanın oluşumuna yeminle başlamış oluyor.
“ahsen-i takvim” insanın bir ucu, “esfele safilin” diğer ucu. İnsanın imkan alanı çok geniş. İnsanın alt ve üst sınırları çiziliyor surede.
Takvim ; kame kökünden geliyor. Kıyam, kıyamet, Kayyum, makam, kavvam, kıymet, ikame, istikamet, kaim, kaimmakam, mukavemet ve müstakim aynı kökten.
Ahsen-i takvim, insanın dik durabilen, ayakta durabilen, düzgün biçimli ve güzel görünüşlü oluşuyla akıl, izan, vicdan, gönül sahibi oluşunu yani dış ve için uyumunu ifade ediyor.
Omurgalı olmak, kıyamda durabilmek, istikamet üzre olmak, müstakim olmak insanın elif şeklindeki yerden göğe uzanışıyla ilgili mi acaba???
İncire ve Zeytine Dair
İncire ve zeytine; siyaha ve yeşile; erkek ile kadına; gece ile gündüze… Ve dahi insana. Değil mi ki bunca zıtlık onu anlatmak için. Yeminle başlamak söze, sözün kıvamını koyultmak için. İksir hazırlamak her seferinde,değişmeyen derdine, yeni bir deva için.
İnsanı yazan kalem, okumak isteyenler için şerh düştü kainatı. İlimle hikmeti örüp, sözle sırlayıp şifayı; “Kitap” diye eline verdi insanın. “Oku” başlangıç oldu. Önce adını okudu insan, sonra adıyla okudu.
Yer ile gök öyle ayrıldı ki birbirinden insanın uclarına nispet oldu. Bir sarkaç gibi “ahsen” ile “esfel” arasında asılı kaldı. Hareket imkanı neredeyse sonsuzdu. Korktu insan. En çok kendinden korktu.
O vakit yeryüzüne “emin bir belde” kondu. Sinesinde vahyi koruyan. Tıpkı beden ülkesinde kalbe denk. Kendisine emanet sözü koruyunca, emniyet buldu insan.
Yaşamaktı, sözü korumak. Bunun için imanın ardınca geldi amel. Sinede saklı olanın halde görünür kılınmasıydı, salih amel.
Elife benzedi insan arz üzerinde. Ayakları yerde, başı istikamet yönünde. Hakikatini de istikametini de unutmasın diye.
Hüküm ve hikmet sahibiydi Yaratan. Sınırları koyan da oydu, şifayı veren de. İnsanı muhatap seçmişti kendine. İnsan… tercihine alem şahit tutulan..
Kitap ‘ta tanıdı insan. Bunca yakınındayken göremezdi kendini. Sınırlarında kaybolabilirdi. Sıkıca tutundu. Korudu ve korundu.
İnsanı yazan kalem, okumak isteyenler için şerh düştü kainatı. İlimle hikmeti örüp, sözle sırlayıp şifayı; “Kitap” diye eline verdi insanın. “Oku” başlangıç oldu. Önce adını okudu insan, sonra adıyla okudu.
Yer ile gök öyle ayrıldı ki birbirinden insanın uclarına nispet oldu. Bir sarkaç gibi “ahsen” ile “esfel” arasında asılı kaldı. Hareket imkanı neredeyse sonsuzdu. Korktu insan. En çok kendinden korktu.
O vakit yeryüzüne “emin bir belde” kondu. Sinesinde vahyi koruyan. Tıpkı beden ülkesinde kalbe denk. Kendisine emanet sözü koruyunca, emniyet buldu insan.
Yaşamaktı, sözü korumak. Bunun için imanın ardınca geldi amel. Sinede saklı olanın halde görünür kılınmasıydı, salih amel.
Elife benzedi insan arz üzerinde. Ayakları yerde, başı istikamet yönünde. Hakikatini de istikametini de unutmasın diye.
Hüküm ve hikmet sahibiydi Yaratan. Sınırları koyan da oydu, şifayı veren de. İnsanı muhatap seçmişti kendine. İnsan… tercihine alem şahit tutulan..
Kitap ‘ta tanıdı insan. Bunca yakınındayken göremezdi kendini. Sınırlarında kaybolabilirdi. Sıkıca tutundu. Korudu ve korundu.
Alak Suresi
İnsan, alak haliyle/adıyla zikrediliyor alak suresinde. İnsan değil, beşer değil, halife değil. En küçük, en aciz haliyle. İlk karşılaşma bu. Tanışma. Rab ile kulun karşılıklı konumlandırılışı. Rab, Halık, Ekrem ve alak. Şefkatle, merhametle terbiye eden; hiç yoktan yaratan, sevgiyle vareden; veren, ikram eden cömertçe. Şefkate ve merhamete son derece muhtaç, küçük, aciz, yaratılışın ilk evresinde, gelişiminin başlangıcında, fakr u zaruret içre. Yaradan ve yaratılan böyle konumlandırılıyor. Sevgi ve şefkat üzerinden kuruluyor bağ.
Alaktan insan olmaya giden yol okumak-yazmaktan yani ilimden geçiyor. İnsan olmanın yol haritası çiziliyor, alak suresinde. İlk beş ayette iki kez oku emri ve kalem zikrediliyor. Kalem, ilmi sembolize ediyor olabilir.
İnsan, kendisini, eşyayı, olayları, kainatı, olanı okuyarak; nefsini ve Rabbini tanıyarak; ilimle yol alarak, aczini ve fakrını hissederek kul olacak. Rabbi ile arasındaki bağı kuvvetlendirerek Rabbine yaklaşacak.
Alak suresinde iki kul tipinden bahsediliyor. Namazda, hidayet üzre ve takvayı emreden. İkinci kul ise, namazı engelleyen, hakikati yalanlayan ve yüz çeviren. İstiğna halindeki kul tipi. Allah’a ihtiyacı olmayan, yeterliliğini ilan eden kul. İpleri koparan yani.
Surenin sonunda bir güç gösterisi söz konusu. Nasiyesinden tutulup, huzura getirilen kul ile Allah, karşılıklı güçler arasındaki dengesizlik üzerinden kendi gücünü gözler önüne seriyor. Başlangıçtaki sevgi ve şefkat bağı kula bağlı olarak güç üzerinden yeniden kuruluyor.
Secde et ve yaklaş denilerek başlangıçtaki sevgi ve şefkat bağı hatırlatılıyor ve kul oraya çağrılıyor.
Sure alakla başlayıp secde ile bitiyor. Birbirine en çok benzeyen iki şekli insanın. Aczini, fakrını dillendiren. Hiçliğini ifade eden. Başlangıçtaki gayri iradi iken sondaki iradi bir acziyet ilanı olmuş oluyor.
İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin / Bu nice okumaktır.
Alaktan insan olmaya giden yol okumak-yazmaktan yani ilimden geçiyor. İnsan olmanın yol haritası çiziliyor, alak suresinde. İlk beş ayette iki kez oku emri ve kalem zikrediliyor. Kalem, ilmi sembolize ediyor olabilir.
İnsan, kendisini, eşyayı, olayları, kainatı, olanı okuyarak; nefsini ve Rabbini tanıyarak; ilimle yol alarak, aczini ve fakrını hissederek kul olacak. Rabbi ile arasındaki bağı kuvvetlendirerek Rabbine yaklaşacak.
Alak suresinde iki kul tipinden bahsediliyor. Namazda, hidayet üzre ve takvayı emreden. İkinci kul ise, namazı engelleyen, hakikati yalanlayan ve yüz çeviren. İstiğna halindeki kul tipi. Allah’a ihtiyacı olmayan, yeterliliğini ilan eden kul. İpleri koparan yani.
Surenin sonunda bir güç gösterisi söz konusu. Nasiyesinden tutulup, huzura getirilen kul ile Allah, karşılıklı güçler arasındaki dengesizlik üzerinden kendi gücünü gözler önüne seriyor. Başlangıçtaki sevgi ve şefkat bağı kula bağlı olarak güç üzerinden yeniden kuruluyor.
Secde et ve yaklaş denilerek başlangıçtaki sevgi ve şefkat bağı hatırlatılıyor ve kul oraya çağrılıyor.
Sure alakla başlayıp secde ile bitiyor. Birbirine en çok benzeyen iki şekli insanın. Aczini, fakrını dillendiren. Hiçliğini ifade eden. Başlangıçtaki gayri iradi iken sondaki iradi bir acziyet ilanı olmuş oluyor.
İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin / Bu nice okumaktır.
Kaf Suresi
KAF SURESİ
" Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt olarak indirdik" (taha/ 2-3)
İşte önümüzde bir sure daha. Gören gözler, işiten kulaklar, hisseden kalpler için sözlerin en güzeli...
Kaf Suresi'nin bende bıraktığı iz ve his apayrı oldu.Çünkü yıllardır hafızamda kayıtlı olan, pek çok ağızdan duyduğum ve pek çok kaynaktan okuduğum bir ayeti, bu surenin tefsirini yapmış olmakla, bir nebze de olsa kalbime nakşetmiş oldum inşallah.
" Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız"(16)
Her insan ayrı bir alem, ayrı bir dünya. Kimsenin fiziki görünüşü birbirine benzemediği gibi, ruh dünyası da birbirine benzemiyor. Şu koca alemdeki üç günlük ömrünün iyi geçmesi hesabını yapan insan bu yolda tutunacak dallar, sığınacak kapılar arıyor kendine. İşet bu devrede niyet giriyor işin içine. Niyetini de bu ömrü hangi yolda ve ne şekilde tüketmeyi istediğin belli ediyor. Derdi gününü gün etmek olan insan için dünya zevk-ü sefa yeri...Nerde daha mutlu olunur, hangi ortamda daha çok eğlenilir, neden daha çok zevk alınırsa oraya çevriliyor rota. En yakın olan en uzak oluyor o zaman, uzaklaştırılıyor çünkü.İnkarcı insan şaşırıyor, şüpheye düşüyor.
"Hayır içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar da, o kafirler bu ilginç bir şeydir dediler"(2) " Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı tekrar hayata döneceğiz? Bu çok uzak bir dönüştür" (3)
Oysa Allah bu şüpheleri yok edecek kadar aşikar her yerde ve her şeyde öylesine zuhur etmiş vaziyette ki...
" Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur" (6) "Yeryüzünü de (nasıl) döşeyip yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda her sınıftan göz alıcı iç kamaştırıcı çiftler bitirdik." (7)
Dönüp de aleme bakmak ama gören basiretli gözlerle bakmak yetecek. "İşte bunlar içten Allah'a yönelen her kul için bir basiret ve hatırlatmadır" (8)
Allah ölümden sonra dirilmeye bir türlü inanmak istemeyen insanı, bu sonu hüsran olan yoldan döndürmek için ona kendi içinde yaşadığı, kolaylıkla müşahede edebileceği alemden örnekler sunmaya devam ediyor.
"Ve gökten bereket ve rahmet yüklü yağmur indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik" (9) "Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da" (10) "Kullara rızk olması için. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) dirilip çıkarılma da böyledir" (11)
Bu ayetlerle Allah adeta diyor ki: Bakın yaratan benim, rızk veren benim, tasvir eden benim...Bunlara güç yetiren elbet kıyamet günü insanları diriltmeye, hesaba çekmeye de güç yetirir.
Hala ısrar ediyorsan inkarında ve şüphende öyleyse senden önce, senin gibi olanların haline bir bak.
"Onlardan önce Nuh Kavmi, Ress Halkı ve Semut Kavmi de yalanladı" (12) "ad, Firavun ve Lut'un kardeşleri" (13) "Eyke Halkı ve Tubba Kavmi de. Bunların hepsi de peygamberleri yalanlayıp, uyardığım azabı hak ettiler" (14)
En başta zikrettiğim ayete dönelim tekrar: "Biz insana şah damarından daha yakınız" ibn Kesir bu ayette kastedilenin sadece Allah değil, aynı zamanda melekler de olduğunu söylüyor, devam eden ayetlerin de buna delil olduğunu.
" Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı melek kaydetmektedir" (17) "insan hiçbir söz söylemez ki yanında kendisini gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın" (18)
Allah öyle bir düzen kurmuş ki yapılan her hareket, söylenen her söz kayıt altında. İlk anda insanın tüylerini diken diken eden bir gerçek bu. Kendi yaşamımı gözden geçiriyorum, bu hakikati bilerek yaşamak zor gerçekten. Çünkü yapılan öyle çok hata, söylenen öyle çok gereksiz söz var ki...Ama diğer taraftan da müthiş bir rahmet bu. Allah her an seninle. O Allah ki bütün evreni, yeri göğü, ahireti yaratmış. Başı ve sonu yok. Gücünün sınırı da...Böyle bir varlık her an seninle. Seni duyuyor, görüyor, anlıyor. O'na kimseye açamadığın sırlarını, derdini, şikayetlerini açabilirsin. Seni anlayacak ve yardım edecektir muhakkak. Yeter ki senin niyetin O'na yakın olmak olsun. Bu yakınlığı hissedebilirse insan, yani yönelen münib bir kul olmayı becerebilirse, şu dünyadaki hangi güç, hangi insan, hangi sıkıntı, keder korkutabilir, yıldırabilir onu? İnsanın dirayetini, azmini kıracak ne kalır ki gücü Allah olmuşsa?
Ayetler dirilişi yalanlayan insana bu yanılgısını göstermeye devam ediyor. " Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte (ey insan) bu senin öteden beri kaçıp düşünmediğin şeydir" (19) " Sur'a üflendi. İşte bu, kendisine karşı tehdit edilen gündür." (20) " Her nefis yanında bir sürücü ve şahitle geldi" (21) " (Allah sürücü ve şahide buyurdu ki) haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı kafiri" (24) " Hayra engel olan saldırgan şüpheciyi" (25) " Yanındaki vesvese veren arkadaşı dedi ki: Rabbimiz ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi" (27)
İbn kesir tefsirinde sürücünün şeytan, şahidin melek olduğunu belirtiyor. 27. ayette şeytanın söylediği söz çok ilginç. O zaten uzaktı diyor, yani niyeti dönmek değildi, inanmak, münib bir kul olarak teslim olmak değildi.
" O gün cehenneme doldun mu deriz. Daha yok mu der?" (30) Suredeki en dehşetli ayet belki de bu. Ben Kur'an da bu kadar korkutucu ayet çok fazla görmedim. Bu kadar ürkütücü bir ayetin bu surede yer almasının sebebi; şüpheci, inkarcı insanı yolundan döndürmek ve bizlerin de aklımızı başımıza almamız için yapılan bir uyarı gibi geldi bana.
Hep inkarcıdan bahsettik. Ya münib olanlar, uzak olanı yakınlaştıranlar?
" Cennet de müttakilere hazırlanmıştır, uzak değildir" (31) " İşte size vaat edilen budur. Daima Allah'a yönelen, çokça bağlanan, O'nun hükümlerini koruyan" (32) " gizlilik anlarında bile Rahmandan korkan ve Allah'a boyun eğmiş, teslim olmuş bir kalple gelen herkesin mükafatı budur" (33)
Surenin sonunda yoğun bir rahmet hissediliyor. Peygamberimize (sav) ve müminlere tavsiyeler var. Ve bu tavsiyeler insanın içini ferahlatıyor, gönlünü yumuşatıyor. Sen kalbinle Allah' yönelmişsen, hata yapsan da, günah işlesen de pes etmeden, vazgeçmeden iyi olmak için tekrar tekrar harekete geçmişsen bu tavsiyelere kulak ver.
" Öyleyse sen, onların dediklerine sabret ve Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile tesbih et" (39) " Gecenin bir bölümünde ve secdelerin arkasında O'na tesbih et" (40) " Dinle o gün çağıran yakın bir yerden çağırır" (41) " Biz onların ne dediklerini biliyoruz. Sen onların üstünde bir kontrol edici horlayıcı değilsin, sadece tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver" (45)
KAF SURESİ
Kaf...Kur'an...Rahman...Kalp...
Kaf, Kaf Dağı'nın ardındaki Allah'ı candan içeri taşıyan bir sure.
Kalp, Arş'ur Rahman olan, rahmanın arşı...
Kaf Suresi, bir kalp eğitimi, bir kalp terbiyesidir. Kulun kalbine seviye kazandırma ameliyesidir
" Bunlar Allah' a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek içindir."(8)
" Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için öğüt vardır."(37)
" Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin, uyarımdan korkanlara Kur'an'la öğüt ver."(45)
Allah, kulunu gönül gözü açık, öğüt alan, yönelen, kalbi olan ve işiten, hayata ve bizzat hayatına şahit olan bir kul haline getiriyor, bu kıvama gelmemizi istiyor bu sure ile.
"Üstlerindeki göğe bakmazlar mı onu nasıl bina ettik ve zinetlendirdik."(6)
".....arzda gönül açan her bir türden bitki yetiştirdik."(7)
" Gökten mübarek bir su indirdik ve onunla bahçeler ve hasat edilecek daneler bitirdik."(9)
" Birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik kullara rızık olması için."(11)
".....ve bu su ile ölü beldelere hayat verdik."(11)
Kullar için en büyük zikir ve rahmet olan Kur'an ile başlıyor Kaf Suresi. Ardından kainat kitabının satırlarındaki güzellikler harf harf okunuyor kula. Kul, güzeli görsün, güzeli işitsin de kalbinde güzellik biriksin diye...
İbret nazarı ile bakan, gördüğünden öğüt alan ve şahit olan bir kul tasavvuru çiziliyor. Şahit odur ki uyanık ola, gaflet halinde olmaya, gözü, kulağı, kalbi diri ola...
Kaf Suresi kalbe hitap ediyor. Kulun kalbini terbiye ediyor. Gözün ve kulağın terbiyesi kalp içindir. Kalp terbiyesi ise cana candan yakın bir Allah şuuru ile mümkündür.
"Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız."(16)
İşte bu yakından öte yakınlıktır kalbi arşu'ur_rahman kılan...
Bu öyle bir yakınlıktır ki insan ile canı arasında O vardır. Kul kendisinden önce O'na yakınlaşır ve yine kendisinden önce O'ndan uzaklaşır.
Kendinden önce O'nun incineceğini bilen kalp rikkat şahikalarına ermiş demektir.
İnsan kocaman bir kalptir aslında. Ve yönelmek kalbi ameldir. Allah, yönelen bir kul, yönelen bir kalp istiyor. Bu "ehl-i kıble" oluşumuzun hakkını vermektir bir bakıma. Kulun kalbi Rabbine yönelir Allah'ı bulur ve itminana erer.
Gönül gözü kapalı, öğüt almayan, hakikati yalanlayan kul va'idi hak ettiği gibi;
" Bilakis onlar, Hak kendilerine gelince yalanladılar. Şimdi onlar karmakarışık bir haldedirler."(5)
" İlk yaratışta acz mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe etmektedirler."(15)
Şüphe içerisinde bocalamaya, acı çekmeye ve tatminsizliğe mahkum olur.
Bu surede bir kuşatıcılık, bir genişlik var. Kaf, Rahman ve kalp...
Kaf, yeryüzünü kuşatan bir dağ* ; Rahman, lafza-i celal'den sonra en büyük ve kuşatıcı isim ve kalp ki yere göğe sığmayan yaratıcının mekanı.
Terbiye olan kalp, seviye kazanır, Rahman isminin tecelligahı haline gelir, genişler ve rahmet menbaı olur, kainatı kuşatır.
Kul, öte dünyada sadece kalbiyle varolacak. Kalbimiz belirleyecek yerimizi öbür alemde. Ve bu dünyadan topladıklarımızla şekillenecek kalplerimiz.
İyi ki ayrı kul tasviri yapılıyor bu surede. Birisi:
"......her inatçı kafiri, hayra bütün hızıyla engel olanı, azgın şüpheciyi, Allah ile beraber başka ilah edineni..."(24-25)
Diğeri ise:
".......ki o Allah'a yönelen, emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen..."(32-33)
Kaf Suresi, Kur'an'la başlayıp Kur'an'la bitiyor. Arada ise kainat ve insan kitabı neşrolunuyor.
Kitap, arz yani kainat ve kul, üçü de koruyan, saklayan sıfatı ile vasfediliyor.
".......katımızda korunmuş bir kitap vardır."(4)
".......yerin onlardan neyi eksilttiğini biliriz."(4)
"....... korunan..."(32)
Kuran, kainat ve insan... Rahman'ın elinden çıkmış üç kitap.
"Ben okuma bilmem" cevabından çıkıp, "neyi okuyayım" sorusunu soranlara verilen cevap.
(*) Kaf, Elmalı'nın bir yorumuna göre yeryüzünü kaplamış olan Bahr-i Muhit-i Muhittir. 6. cilt/552. sayfa
KAF SURESİ
Kaf kalın bir harf. Sanki kalbimi harekete geçiren, kaldıran bir ses. Surenin müminlerle ilgili ayetlerinde de kalbe vurgu var. Hakka yönelen her kul diyor 8. ayette yani münib...Bu sanki kalbi bir yöneliş. 33. ayette de "kalbin münib" Allah'a yönelmiş kalp zikrediliyor.
Cenabı Hak surenin temeline "Biz insanı yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınızdır" (16) ayetini koymuş sanki...Şah damarı kalbe en yakın damar... Kalbimizden ve içindekilerden de yakın bir Allah...Varlığımız O'ndan olduğu için kendimizden daha yakın. Ruhumun "Allah'ım nerdesin?" çığlığına bir cevap, bir rahmet olarak geldi bu sure.
O, gözümü açtığım ve yukarı baktığım zaman "Artık üstlerindeki göğe bir baksalar ya, biz onu nasıl bina etmişiz ve süslemişiz. Hiçbir gediği yoktur" (6) ayetinde, üzerinde yürüdüğüm, ayağımı yere basar basmaz hissettiğim yeryüzünde, her beldeye heybetiyle, sağlamlığıyla güven veren dağlarda, seyrine doyamadığım her çeşitten çift çift yaratılmış bitkilerde (7), ellerimde, her yeni doğan bebekte, annemde, bende, benden ziyade her şeyde, gökten indirilen suda ve onunla bitirilen bağ, bahçe ve biçilecek tanelerde, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş boylu hurma ağaçlarında (9-10) ...Bunları fark edecek olan kulun kalbi; görmekse kalp gözüyle...Önemli olan biz kulların nerede olduğu.
Peygamber uyarıcı olarak geldiği zaman "bu uzak bir dönüştür" diyor kafirler ve yalanlıyorlar. Bense oyalandığım yerde uzağım. Günahlarımla uzağım. Nefsimle uzağım. Şüphelerimle uzağım. (15)
Çarem bir kul olarak yönelmek (8). Uzaklık ve ayrılık olmasaydı, yönelme de olmazdı. Çarem "evvab" yani çok tövbe eden ve vazifesini bilerek Allah'ın emirlerine riayet eden olmak (32)
Surenin bir kısmında Allah'ın rahmetinden bahsedilmesine rağmen genelinde korkutma amacı var. Müminlerden önce kafirlerden, cennetten önce cehennemden bahsetmesi, 2. ayette içlerinden korkutucu bir peygamber gelmesi, son ayette ise "benim tehditlerimden korkacaklara bu Kuran ile öğüt ver" denmesi bunun delillerinden olsa gerek.
Allah insana kişinin kendisinden bile daha yakınken, eğer insan hala O'ndan çekinmiyorsa, bari sağında ve solunda oturan ve her şeyi kaydeden meleklerin varlığını hatırlasa da hareketlerini ona göre düzene soksa...
Kafirlerin özellikleri inatçı, inkarcı, şüpheci olmaları, hayra engel olmaları ve Allah'ın yanında başka başka ilah tutmaları...Vaat olunan yer ise cehennem. Cennetse sadece müttakiler için, tövbekar ve riayetkar olanlar için, görmediği halde Rahman' karşı korku duyan, Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen kimseler, geceleri ayakta olanlar, O'nu tesbih edenler ve secde edenler için...(31-32-40) Ki gece kalkanlar çağırıcının yakın bir yerden bağıracağı günü bekleyenler...
Ve söylenen her ayette, anlatılan helak edilmiş yalanlayıcı her kavimde (12-13-14), şeytanın hesap günü günahı yüklenmemesinde (27), zabıt memurlarının haber verilmesinde, yeniden dirilişin çok kez zikredilmesinde (11-20-42), dirilişe örnek olarak yetişen bitkilerin verilmesinde, yerin, göğün ve arasındakilerin altı günde ve hiç yorulmadan yaratılmasında (38), yaşatılmamda ölümümün en büyük gerçek olmasında, Allah'tan kaçacak yer olmamasında (36) "kalbi" olan ve gören gözler, duyan kulaklar için insanı uyandıracak bir hatırlatma var muhakkak...
" Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt olarak indirdik" (taha/ 2-3)
İşte önümüzde bir sure daha. Gören gözler, işiten kulaklar, hisseden kalpler için sözlerin en güzeli...
Kaf Suresi'nin bende bıraktığı iz ve his apayrı oldu.Çünkü yıllardır hafızamda kayıtlı olan, pek çok ağızdan duyduğum ve pek çok kaynaktan okuduğum bir ayeti, bu surenin tefsirini yapmış olmakla, bir nebze de olsa kalbime nakşetmiş oldum inşallah.
" Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız"(16)
Her insan ayrı bir alem, ayrı bir dünya. Kimsenin fiziki görünüşü birbirine benzemediği gibi, ruh dünyası da birbirine benzemiyor. Şu koca alemdeki üç günlük ömrünün iyi geçmesi hesabını yapan insan bu yolda tutunacak dallar, sığınacak kapılar arıyor kendine. İşet bu devrede niyet giriyor işin içine. Niyetini de bu ömrü hangi yolda ve ne şekilde tüketmeyi istediğin belli ediyor. Derdi gününü gün etmek olan insan için dünya zevk-ü sefa yeri...Nerde daha mutlu olunur, hangi ortamda daha çok eğlenilir, neden daha çok zevk alınırsa oraya çevriliyor rota. En yakın olan en uzak oluyor o zaman, uzaklaştırılıyor çünkü.İnkarcı insan şaşırıyor, şüpheye düşüyor.
"Hayır içlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar da, o kafirler bu ilginç bir şeydir dediler"(2) " Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı tekrar hayata döneceğiz? Bu çok uzak bir dönüştür" (3)
Oysa Allah bu şüpheleri yok edecek kadar aşikar her yerde ve her şeyde öylesine zuhur etmiş vaziyette ki...
" Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur" (6) "Yeryüzünü de (nasıl) döşeyip yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda her sınıftan göz alıcı iç kamaştırıcı çiftler bitirdik." (7)
Dönüp de aleme bakmak ama gören basiretli gözlerle bakmak yetecek. "İşte bunlar içten Allah'a yönelen her kul için bir basiret ve hatırlatmadır" (8)
Allah ölümden sonra dirilmeye bir türlü inanmak istemeyen insanı, bu sonu hüsran olan yoldan döndürmek için ona kendi içinde yaşadığı, kolaylıkla müşahede edebileceği alemden örnekler sunmaya devam ediyor.
"Ve gökten bereket ve rahmet yüklü yağmur indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik" (9) "Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da" (10) "Kullara rızk olması için. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) dirilip çıkarılma da böyledir" (11)
Bu ayetlerle Allah adeta diyor ki: Bakın yaratan benim, rızk veren benim, tasvir eden benim...Bunlara güç yetiren elbet kıyamet günü insanları diriltmeye, hesaba çekmeye de güç yetirir.
Hala ısrar ediyorsan inkarında ve şüphende öyleyse senden önce, senin gibi olanların haline bir bak.
"Onlardan önce Nuh Kavmi, Ress Halkı ve Semut Kavmi de yalanladı" (12) "ad, Firavun ve Lut'un kardeşleri" (13) "Eyke Halkı ve Tubba Kavmi de. Bunların hepsi de peygamberleri yalanlayıp, uyardığım azabı hak ettiler" (14)
En başta zikrettiğim ayete dönelim tekrar: "Biz insana şah damarından daha yakınız" ibn Kesir bu ayette kastedilenin sadece Allah değil, aynı zamanda melekler de olduğunu söylüyor, devam eden ayetlerin de buna delil olduğunu.
" Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı melek kaydetmektedir" (17) "insan hiçbir söz söylemez ki yanında kendisini gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın" (18)
Allah öyle bir düzen kurmuş ki yapılan her hareket, söylenen her söz kayıt altında. İlk anda insanın tüylerini diken diken eden bir gerçek bu. Kendi yaşamımı gözden geçiriyorum, bu hakikati bilerek yaşamak zor gerçekten. Çünkü yapılan öyle çok hata, söylenen öyle çok gereksiz söz var ki...Ama diğer taraftan da müthiş bir rahmet bu. Allah her an seninle. O Allah ki bütün evreni, yeri göğü, ahireti yaratmış. Başı ve sonu yok. Gücünün sınırı da...Böyle bir varlık her an seninle. Seni duyuyor, görüyor, anlıyor. O'na kimseye açamadığın sırlarını, derdini, şikayetlerini açabilirsin. Seni anlayacak ve yardım edecektir muhakkak. Yeter ki senin niyetin O'na yakın olmak olsun. Bu yakınlığı hissedebilirse insan, yani yönelen münib bir kul olmayı becerebilirse, şu dünyadaki hangi güç, hangi insan, hangi sıkıntı, keder korkutabilir, yıldırabilir onu? İnsanın dirayetini, azmini kıracak ne kalır ki gücü Allah olmuşsa?
Ayetler dirilişi yalanlayan insana bu yanılgısını göstermeye devam ediyor. " Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte (ey insan) bu senin öteden beri kaçıp düşünmediğin şeydir" (19) " Sur'a üflendi. İşte bu, kendisine karşı tehdit edilen gündür." (20) " Her nefis yanında bir sürücü ve şahitle geldi" (21) " (Allah sürücü ve şahide buyurdu ki) haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı kafiri" (24) " Hayra engel olan saldırgan şüpheciyi" (25) " Yanındaki vesvese veren arkadaşı dedi ki: Rabbimiz ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi" (27)
İbn kesir tefsirinde sürücünün şeytan, şahidin melek olduğunu belirtiyor. 27. ayette şeytanın söylediği söz çok ilginç. O zaten uzaktı diyor, yani niyeti dönmek değildi, inanmak, münib bir kul olarak teslim olmak değildi.
" O gün cehenneme doldun mu deriz. Daha yok mu der?" (30) Suredeki en dehşetli ayet belki de bu. Ben Kur'an da bu kadar korkutucu ayet çok fazla görmedim. Bu kadar ürkütücü bir ayetin bu surede yer almasının sebebi; şüpheci, inkarcı insanı yolundan döndürmek ve bizlerin de aklımızı başımıza almamız için yapılan bir uyarı gibi geldi bana.
Hep inkarcıdan bahsettik. Ya münib olanlar, uzak olanı yakınlaştıranlar?
" Cennet de müttakilere hazırlanmıştır, uzak değildir" (31) " İşte size vaat edilen budur. Daima Allah'a yönelen, çokça bağlanan, O'nun hükümlerini koruyan" (32) " gizlilik anlarında bile Rahmandan korkan ve Allah'a boyun eğmiş, teslim olmuş bir kalple gelen herkesin mükafatı budur" (33)
Surenin sonunda yoğun bir rahmet hissediliyor. Peygamberimize (sav) ve müminlere tavsiyeler var. Ve bu tavsiyeler insanın içini ferahlatıyor, gönlünü yumuşatıyor. Sen kalbinle Allah' yönelmişsen, hata yapsan da, günah işlesen de pes etmeden, vazgeçmeden iyi olmak için tekrar tekrar harekete geçmişsen bu tavsiyelere kulak ver.
" Öyleyse sen, onların dediklerine sabret ve Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile tesbih et" (39) " Gecenin bir bölümünde ve secdelerin arkasında O'na tesbih et" (40) " Dinle o gün çağıran yakın bir yerden çağırır" (41) " Biz onların ne dediklerini biliyoruz. Sen onların üstünde bir kontrol edici horlayıcı değilsin, sadece tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver" (45)
KAF SURESİ
Kaf...Kur'an...Rahman...Kalp...
Kaf, Kaf Dağı'nın ardındaki Allah'ı candan içeri taşıyan bir sure.
Kalp, Arş'ur Rahman olan, rahmanın arşı...
Kaf Suresi, bir kalp eğitimi, bir kalp terbiyesidir. Kulun kalbine seviye kazandırma ameliyesidir
" Bunlar Allah' a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek içindir."(8)
" Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için öğüt vardır."(37)
" Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin, uyarımdan korkanlara Kur'an'la öğüt ver."(45)
Allah, kulunu gönül gözü açık, öğüt alan, yönelen, kalbi olan ve işiten, hayata ve bizzat hayatına şahit olan bir kul haline getiriyor, bu kıvama gelmemizi istiyor bu sure ile.
"Üstlerindeki göğe bakmazlar mı onu nasıl bina ettik ve zinetlendirdik."(6)
".....arzda gönül açan her bir türden bitki yetiştirdik."(7)
" Gökten mübarek bir su indirdik ve onunla bahçeler ve hasat edilecek daneler bitirdik."(9)
" Birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik kullara rızık olması için."(11)
".....ve bu su ile ölü beldelere hayat verdik."(11)
Kullar için en büyük zikir ve rahmet olan Kur'an ile başlıyor Kaf Suresi. Ardından kainat kitabının satırlarındaki güzellikler harf harf okunuyor kula. Kul, güzeli görsün, güzeli işitsin de kalbinde güzellik biriksin diye...
İbret nazarı ile bakan, gördüğünden öğüt alan ve şahit olan bir kul tasavvuru çiziliyor. Şahit odur ki uyanık ola, gaflet halinde olmaya, gözü, kulağı, kalbi diri ola...
Kaf Suresi kalbe hitap ediyor. Kulun kalbini terbiye ediyor. Gözün ve kulağın terbiyesi kalp içindir. Kalp terbiyesi ise cana candan yakın bir Allah şuuru ile mümkündür.
"Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız."(16)
İşte bu yakından öte yakınlıktır kalbi arşu'ur_rahman kılan...
Bu öyle bir yakınlıktır ki insan ile canı arasında O vardır. Kul kendisinden önce O'na yakınlaşır ve yine kendisinden önce O'ndan uzaklaşır.
Kendinden önce O'nun incineceğini bilen kalp rikkat şahikalarına ermiş demektir.
İnsan kocaman bir kalptir aslında. Ve yönelmek kalbi ameldir. Allah, yönelen bir kul, yönelen bir kalp istiyor. Bu "ehl-i kıble" oluşumuzun hakkını vermektir bir bakıma. Kulun kalbi Rabbine yönelir Allah'ı bulur ve itminana erer.
Gönül gözü kapalı, öğüt almayan, hakikati yalanlayan kul va'idi hak ettiği gibi;
" Bilakis onlar, Hak kendilerine gelince yalanladılar. Şimdi onlar karmakarışık bir haldedirler."(5)
" İlk yaratışta acz mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe etmektedirler."(15)
Şüphe içerisinde bocalamaya, acı çekmeye ve tatminsizliğe mahkum olur.
Bu surede bir kuşatıcılık, bir genişlik var. Kaf, Rahman ve kalp...
Kaf, yeryüzünü kuşatan bir dağ* ; Rahman, lafza-i celal'den sonra en büyük ve kuşatıcı isim ve kalp ki yere göğe sığmayan yaratıcının mekanı.
Terbiye olan kalp, seviye kazanır, Rahman isminin tecelligahı haline gelir, genişler ve rahmet menbaı olur, kainatı kuşatır.
Kul, öte dünyada sadece kalbiyle varolacak. Kalbimiz belirleyecek yerimizi öbür alemde. Ve bu dünyadan topladıklarımızla şekillenecek kalplerimiz.
İyi ki ayrı kul tasviri yapılıyor bu surede. Birisi:
"......her inatçı kafiri, hayra bütün hızıyla engel olanı, azgın şüpheciyi, Allah ile beraber başka ilah edineni..."(24-25)
Diğeri ise:
".......ki o Allah'a yönelen, emirlerine riayet eden, görmediği halde Rahman'dan korkan ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen..."(32-33)
Kaf Suresi, Kur'an'la başlayıp Kur'an'la bitiyor. Arada ise kainat ve insan kitabı neşrolunuyor.
Kitap, arz yani kainat ve kul, üçü de koruyan, saklayan sıfatı ile vasfediliyor.
".......katımızda korunmuş bir kitap vardır."(4)
".......yerin onlardan neyi eksilttiğini biliriz."(4)
"....... korunan..."(32)
Kuran, kainat ve insan... Rahman'ın elinden çıkmış üç kitap.
"Ben okuma bilmem" cevabından çıkıp, "neyi okuyayım" sorusunu soranlara verilen cevap.
(*) Kaf, Elmalı'nın bir yorumuna göre yeryüzünü kaplamış olan Bahr-i Muhit-i Muhittir. 6. cilt/552. sayfa
KAF SURESİ
Kaf kalın bir harf. Sanki kalbimi harekete geçiren, kaldıran bir ses. Surenin müminlerle ilgili ayetlerinde de kalbe vurgu var. Hakka yönelen her kul diyor 8. ayette yani münib...Bu sanki kalbi bir yöneliş. 33. ayette de "kalbin münib" Allah'a yönelmiş kalp zikrediliyor.
Cenabı Hak surenin temeline "Biz insanı yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınızdır" (16) ayetini koymuş sanki...Şah damarı kalbe en yakın damar... Kalbimizden ve içindekilerden de yakın bir Allah...Varlığımız O'ndan olduğu için kendimizden daha yakın. Ruhumun "Allah'ım nerdesin?" çığlığına bir cevap, bir rahmet olarak geldi bu sure.
O, gözümü açtığım ve yukarı baktığım zaman "Artık üstlerindeki göğe bir baksalar ya, biz onu nasıl bina etmişiz ve süslemişiz. Hiçbir gediği yoktur" (6) ayetinde, üzerinde yürüdüğüm, ayağımı yere basar basmaz hissettiğim yeryüzünde, her beldeye heybetiyle, sağlamlığıyla güven veren dağlarda, seyrine doyamadığım her çeşitten çift çift yaratılmış bitkilerde (7), ellerimde, her yeni doğan bebekte, annemde, bende, benden ziyade her şeyde, gökten indirilen suda ve onunla bitirilen bağ, bahçe ve biçilecek tanelerde, tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş boylu hurma ağaçlarında (9-10) ...Bunları fark edecek olan kulun kalbi; görmekse kalp gözüyle...Önemli olan biz kulların nerede olduğu.
Peygamber uyarıcı olarak geldiği zaman "bu uzak bir dönüştür" diyor kafirler ve yalanlıyorlar. Bense oyalandığım yerde uzağım. Günahlarımla uzağım. Nefsimle uzağım. Şüphelerimle uzağım. (15)
Çarem bir kul olarak yönelmek (8). Uzaklık ve ayrılık olmasaydı, yönelme de olmazdı. Çarem "evvab" yani çok tövbe eden ve vazifesini bilerek Allah'ın emirlerine riayet eden olmak (32)
Surenin bir kısmında Allah'ın rahmetinden bahsedilmesine rağmen genelinde korkutma amacı var. Müminlerden önce kafirlerden, cennetten önce cehennemden bahsetmesi, 2. ayette içlerinden korkutucu bir peygamber gelmesi, son ayette ise "benim tehditlerimden korkacaklara bu Kuran ile öğüt ver" denmesi bunun delillerinden olsa gerek.
Allah insana kişinin kendisinden bile daha yakınken, eğer insan hala O'ndan çekinmiyorsa, bari sağında ve solunda oturan ve her şeyi kaydeden meleklerin varlığını hatırlasa da hareketlerini ona göre düzene soksa...
Kafirlerin özellikleri inatçı, inkarcı, şüpheci olmaları, hayra engel olmaları ve Allah'ın yanında başka başka ilah tutmaları...Vaat olunan yer ise cehennem. Cennetse sadece müttakiler için, tövbekar ve riayetkar olanlar için, görmediği halde Rahman' karşı korku duyan, Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen kimseler, geceleri ayakta olanlar, O'nu tesbih edenler ve secde edenler için...(31-32-40) Ki gece kalkanlar çağırıcının yakın bir yerden bağıracağı günü bekleyenler...
Ve söylenen her ayette, anlatılan helak edilmiş yalanlayıcı her kavimde (12-13-14), şeytanın hesap günü günahı yüklenmemesinde (27), zabıt memurlarının haber verilmesinde, yeniden dirilişin çok kez zikredilmesinde (11-20-42), dirilişe örnek olarak yetişen bitkilerin verilmesinde, yerin, göğün ve arasındakilerin altı günde ve hiç yorulmadan yaratılmasında (38), yaşatılmamda ölümümün en büyük gerçek olmasında, Allah'tan kaçacak yer olmamasında (36) "kalbi" olan ve gören gözler, duyan kulaklar için insanı uyandıracak bir hatırlatma var muhakkak...
Kamer Suresi
KAMER SURESİ
Sure-i Kamer'den kalanlar...
Belirli bir saat var, tüm bildiğimiz saatlerin üstünde...
Zamanını bilmediğimiz ama yaklaştığını kesin olarak bildiğimiz ve inandığımız...
Ve tüm saatlerimiz o saate ayarlı olmazsa,heva ve hevesimize uyarak,her işin karar kılacağı noktaya inanmazsak, halimiz Nuh, Hud, Salih ve Lut Peygamberlerin kavimlerinin hali gibi olur.Bir anlık helak...
Helak anlatılarak, azap anlatılarak uyarılıyor.
Ve Kuran düşünenler için, öğüt alanlar için zor anlatılarak kolaylaştırılıyor.
Helak edilen kavimlerin ortak özelliği yalanlamış olmaları.
Hevaya uymanın getirdiği ise yalanlama ve doğruyu görememek, apaçık mucizeye bile gelip geçici bir büyü diyebilmek...
O kafirler gibi her dönemin kafirleri yalanlayabilir, aralarından çıkan peygamberi küçük görebilir, deli, şımarık, yalancı diyebilirler.
Bunun karşılığında o günün kafirine bir anlık helak vardı.
Şimdi ise yazıcılar çalışmaktadır.
Kıyametin yaklaştığını ve kesin geleceğini bilen ahir zaman ümmeti için bir anlık emir o saat anıdır.
Şimdiki kafirler o helak olan kafirlerden daha mı iyiler ya da bir kurtuluş müjdesi mi aldılar da bu kadar rahat yalanlayıp hevalarına uyuyorlar?
Veya biz bir topluluğuz daha güçlüyüz mü diyorlar?
İnananlar güç dengesinin ellerinde olduğunu anladıkları an, topluluğun, çoğunluğun, kemiyetin, hiçbir hükmü olmayacaktır.
Her iş karar bulacağı noktada bir ölçüye göre yaratılmıştır.
Ve hepsi kitapta mevcuttur.
Ve takva sahiplerine Allah'tan korkan, sakınan, günahlardan korunanlara cennette bir nur vardır.
Melik ve Muktedir'in yanında ,-yalanlayanlara bir anda helak gönderecek kadar Muktedir olanın yanında- doğrulayana, ayetlerden, kolaylaştırılan zikirden yüz çevirmeyene, heva ve hevesinden uzaklaşana doğruluk makamında olmak vardır.
Herkesin korktuğu anda , kafirler için zorlu bir günde, dersini çalışana Melik ve Muktedir'in yanında olmak, gözde olmak vardır
Bu ise süresi olan imtihanı an an güzel yazdırarak mümkün, akıntıya kapılmamakla mümkün...
Bu sureden en önemli olarak kalansa: Kafirin aynı kafir olarak küfrüne devam etmesine rağmen, müminlerin güç dengesinin ellerinde olduğunu unutmaları..
KAMER SURESİ
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay da yarıldı" İfadenin insanda yarattığı ruh hali bir parça ürkütücü.Bu ayeti okuyunca "kıyamet" kelimesinin kökünü ve anlamını merak ettim.Kıyamet sözcüğü Kuran'ın bir çok yerinde zikredilir.Ama ilk defa beni bu kadar duraklattı,düşünme ihtiyacı hissettirdi.Kıyametin meydana geleceği saatin yakın oluşu, ilk ayette-sanki gaflette olanları uyarmak istercesine- yer alıyor.Tur Suresi'nde sorular yer alıyor.Tur Suresi'nde sorular yer alırken, Necm'de görmediğimize inanmayız diye reddedenler var.Kamer Suresi açık bir mucizeyle ayın yarılmasından bahsediyor.
"Öyleyse sen onlardan yüz çevir, o çağırıcının ne tanınmış. Ne görülmüş bir şeye çağıracağı gün"(6) altıncı ayete kadar olan ayetlerde bu yüz çevir emrinin sebepleri anlatılıyor.Bir çok defa uyarılmalarına rağmen hevalarına uyup yalanladıkları ve uyarmanın, korkutmanın bir yarar sağlamadığı anlatılıyor.
Dokuzuncu ayetten itibaren Nuh Kavmi'nin kıssasına yer veriliyor.Nuh(a.s)'ın kıssası bence,Kuran'da bahsedilen peygamber kıssaları içinde farklı bir yere sahip.Onun tevekkülü her zaman beni etkilemiştir.Öte yandan Allahu Teala suyu gönderirken öyle bir karara göre gönderiyor ki herkesin helak olduğu bir tufanda küçücük bir gemide olanlar kurtarılıyor.Allah(cc) dilediğini kurtarır.Aklın durduğu ve ancak imanla anlaşılabilecek bir nokta.
Sonunda Rabbine dua etti" Gerçekten ben, yenik düşmüş bir durumdayım.Artık sen intikam al"(10)
Nuh (as)'ın duası bir kulun Allah'a iltica edişinin güzel bir hali.Bu duayı duyduktan sonra, inkarcılara karşı yenildiğimi hissettiğim anlarda, ben de böyle dua etmeye başladım.Bir insanın elinden geleni yaptığı ama güç yetiremediği durumları anlatıyor bu dua.
"Biz de bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapıları açtık."(11)
Göğün kapıları ifadesi kulağa çok hoş geliyor.Bir de Kur'an da çok sevdiğim bir üslup var bu ayette.Allahu Teala ifadeleri açıklarkeninsanoğluna algılayabileceği olgularla örnek veriyor "bardaktan boşanırcasına akan bir su" ifadesinde olduğu gibi.Yedinci ayette de kabirlerden çıkış hali çekirgelerin haline benzetilmiş.
"Andolsun biz bunu bir ayet olarak bıraktık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"
Mevdudi dahil bir çok müfessire göre "geminin kalıntıları" bir ayet/işaret olabilir.Ancak Muhammed Esed daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor.O "burada değinilen işaret, Allah'ın insan beynini icat etme yeteneğiyle ve dolayısıyla bilinçli çabası sayesinde hayatının imkanlarını zenginleştirme gücü ile donattığına işarettir" diye yorumlamış.
Fakat öğüt alıp düşünen var mı?Bu soru türkçe mealinde bile etkileyici.Arapça dil zenginliği bakımından daha kapsamlı olduğu için eminim onda daha etkileyicidir.Bu soru hem merhamet, hem azap içeriyor.Helak ayetleri anlatılırken bir yandan Allah'ın şefkatini,merhametini gösteriyor, bir yandan da sanki uyanın ve dönün deniliyor.
" Gerçekten biz, üzerlerine uğursuzluğu daim bir günde, uğultulu bir rüzgar gönderdik."Bu ayette ayın yarılması için müstedir diyenlere biz de onları müstedir bir rüzgarla helak ettik deniliyor gibi.Azabı hissettiren ve insanın içine korku salan bir ifade de ayette geçen insanların hurma kütükleri gibi kökünden sökülüp koparılmış oldukları ifadesi
"Andolsun biz Kur'an'ı zikr için kolaylaştırdık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"(17-22) Yok mu yerine var mı kullanılması sanki uyuyorsunuz, gaflettesiniz gibi kelimeleri çağrıştırdı."Var mı" kelimesi kızgınlık, sitem içeriyor.Yok mu daha yumuşak bir ifadeyi çağrıştırıyor.Bu kelime bile bu surede Allah'ın gazabının ağır bastığını hissettirmeye yetti.Yani son derece yaramaz bir öğrenciye öğretmeninin "aklını başına topla, sen kaybedersin" tarzındaki son ikazları gibi.
"Dediler ki: Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz"(24)
Onların bu ifadesi insanoğlunun sırf aklını kullandığı zaman düşebileceği hatayı gösteriyor.Şeytan da bu yolla mukayese yapmıştı.Yanılmıyorsam sanırım Mustafa İslamoğlu'nun bir ifadesiydi "akılcı değil ama akıllı müslüman"Gerçekten ince ve de önemli bir çizgi.Ayrıca Allah'ın dış görünüşe, ilme (faydalı ilimler hariç, boş bilgilere), mal çokluğuna, evlat çokluğuna değer vermediği, onların gözünde sıradan görünen birinin peygamber olarak gönderilmiş olmasıyla bir kez daha vurgulanıyor gibi.Allah katında üstünlük ancak takvayla...
Sonraki ayetlerde geçen imtihan şekli –dişi deveyle olan- her zaman ilginç gelmiştir.Dişi bir deveye duydukalrı öfke o kadar büyük ki sonunda onu kesiyorlar.Onlara zararı olmadığı, bilakis faydası olduğu halde imansızlıkları öyle bir safhadaki onu öldürüyorlar.Şu zamanda olduğu gibi aslında.Bazı insanların başörtüsüne duydukları korku ve öfke gibi.Hem bir parça korkuyorlar hem de onlara zararı olmadığı halde ona öfkeyle saldırabiliyorlar.Öfkelerini cansız bir nesneye yöneltip ondan öç almaya çalışıyorlar.
"Biz de onalrın üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut ailesini bir seher vakti kurtardık."(34)
Seher vakti bir kurtuluş...Zariyat Suresi'nde de zikredildiği gibi.Sonraki ayetlerde geçen helak şekli Tevrat'ta da aynı şekilde bildirilmektedir.(Zalimlerin kör edilmesi)
"Sizin kafirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır? Yoksa sizin için kitaplar da bir beraat mi var?"(43)
Bu ayette firavun ve ailesine değinilmekte.Ama sanki tüm bu kıssaların anlatılış sebebini özetlemekte aynı zamanda.
Geçmiş kavimler küfür ve inatçılıkları dolayısıyla ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Allah'ın azabına uğramışlardır.Şayet aynı yolu takip ederseniz, sizlerinde aynı azaba uğramamanız için bir neden yoktur"deniliyor adeta.
"Yakında o toplum bozguna uğratılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."(45)
Bazı müfessirler bu ayetin Bedir Savaşı'na işaret ettiğini söylüyorlar. Muhammed Esed ise, tamamen materyalist dünya görüşüne dayanan bu insanların"Bu sözde ilahi vahiyleri inkar eden bizler, çok geniş bir kitleyi oluşturuyoruz.ve görüşlerimiz bu kadar çok insan tarafından kabul edildiğine göre demek ki doğrudur ve bu nedenle sonunda üstün gelecektir" düşüncelerine karşı böyle bir ayet vardır diye yorumlarken, bu ayetteki ifadenin daha geniş zamanlar üstü bir anlama sahip olduğuna inandığını belirtiyor."Bu görüş, günahkar toplumun bir bütün olarak bu dünya da uğrayacağı manevi/ahlaki ve toplumsal yıkım dışında, bilinçli günahkarlığının öteki dünyadaki sonuçlarından da söz eden müteakip ayetlerce de desteklenmektedir "demekte.
"Daha doğrusu onların asıl va'd edildikleri azap vakti kıyamettir.Kuyamet daha şiddetli ve daha acıdır."(46)
Ayetteki ifade onlar için asıl yenilginin kıyamet saatinde olduğunu belirtiyor.
"Hiç şüphesiz biz her şeyi bir kader ile yarattık"(49) "Bizim emrimiz, bir göz çarpması gibi yalnızca bir keredir"(50)
Bu iki ayette Allah'ın kudretine işarettir.Her şeyin Allah'ın ince hesaplarıyla yaratıldığını ve O'nun yüceliğini belirtiyor.
Mevdudi'ye göre 50. ayette "Kıyameti getirmek için bizim ne bir hazırlığa ne de bir zamana ihtiyacımız vardır.Bir emrimiz kafidir" ifadesi anlatılmakta.
"Andolsun biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"(51)
Mevdudi "Yani şayet bu kainatı Adil ve Hakim bir Zat'ın yarattığını değil de, onun tesadüfen meydana geldiğini zannediyor ve sonunda bir ceza veya mükafat olmadığına inanıyorsanız, dilediğinizi yapın.Ama takındığınız bu tavır yüzünden, önceki kavimlerin teker teker helak edildiklerini de unutmayın" ifadesini kullanmış.
"Bununla beraber onların yaptıkları her şey defterlerdedir."(52) "Ve küçük büyük hepsi (levhi mahfuzda) yazılıdır."(53)
Bu ayetlerdeki yazılıdır ifadesi ürkütücü.Yaptığımız her şeyin hesabının sorulacağını hatırlatıyor.Satır satır yazılıdır küçük büyük her şey.Yani hiç kimse yaptıklarının unutulacağı yanılgısına kapılmasın
"Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklar başında..."(54) "Hak meclisinde...Muktedir bir Melik'in huzurunda olacaklardır"(55)
Son ili ayetin rahmetle biteceğini beklemezdim.Bana bu kadar azaptan sonra rahmetin hatırlatılması çok güzel geldi ama rahmet kullanılırken "muttakiler" ifadesinin kullanılması da dikkate değer."Doğruluk makamı"
Dediler ki "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın"(bakara-32)
Hz. Enes (ra) anlatıyor:Resulullah (as) efendimiz bir gün ashabına hitap ederken güneş batmak üzere idi kikonuşmasını şöyle bitirdi:"Canımı kudret elinde tutan Zat' yemin ederim ki geçen süreye nisbetle dünyanın ömründen ancak bu gündüzden kalan bir zaman parçası gibi bir parça ve güneşten görebildiğimiz azıcık şey gibi bir kısım kalmıştır"(Müsned-i Ahmed 3/223)
Sure-i Kamer'den kalanlar...
Belirli bir saat var, tüm bildiğimiz saatlerin üstünde...
Zamanını bilmediğimiz ama yaklaştığını kesin olarak bildiğimiz ve inandığımız...
Ve tüm saatlerimiz o saate ayarlı olmazsa,heva ve hevesimize uyarak,her işin karar kılacağı noktaya inanmazsak, halimiz Nuh, Hud, Salih ve Lut Peygamberlerin kavimlerinin hali gibi olur.Bir anlık helak...
Helak anlatılarak, azap anlatılarak uyarılıyor.
Ve Kuran düşünenler için, öğüt alanlar için zor anlatılarak kolaylaştırılıyor.
Helak edilen kavimlerin ortak özelliği yalanlamış olmaları.
Hevaya uymanın getirdiği ise yalanlama ve doğruyu görememek, apaçık mucizeye bile gelip geçici bir büyü diyebilmek...
O kafirler gibi her dönemin kafirleri yalanlayabilir, aralarından çıkan peygamberi küçük görebilir, deli, şımarık, yalancı diyebilirler.
Bunun karşılığında o günün kafirine bir anlık helak vardı.
Şimdi ise yazıcılar çalışmaktadır.
Kıyametin yaklaştığını ve kesin geleceğini bilen ahir zaman ümmeti için bir anlık emir o saat anıdır.
Şimdiki kafirler o helak olan kafirlerden daha mı iyiler ya da bir kurtuluş müjdesi mi aldılar da bu kadar rahat yalanlayıp hevalarına uyuyorlar?
Veya biz bir topluluğuz daha güçlüyüz mü diyorlar?
İnananlar güç dengesinin ellerinde olduğunu anladıkları an, topluluğun, çoğunluğun, kemiyetin, hiçbir hükmü olmayacaktır.
Her iş karar bulacağı noktada bir ölçüye göre yaratılmıştır.
Ve hepsi kitapta mevcuttur.
Ve takva sahiplerine Allah'tan korkan, sakınan, günahlardan korunanlara cennette bir nur vardır.
Melik ve Muktedir'in yanında ,-yalanlayanlara bir anda helak gönderecek kadar Muktedir olanın yanında- doğrulayana, ayetlerden, kolaylaştırılan zikirden yüz çevirmeyene, heva ve hevesinden uzaklaşana doğruluk makamında olmak vardır.
Herkesin korktuğu anda , kafirler için zorlu bir günde, dersini çalışana Melik ve Muktedir'in yanında olmak, gözde olmak vardır
Bu ise süresi olan imtihanı an an güzel yazdırarak mümkün, akıntıya kapılmamakla mümkün...
Bu sureden en önemli olarak kalansa: Kafirin aynı kafir olarak küfrüne devam etmesine rağmen, müminlerin güç dengesinin ellerinde olduğunu unutmaları..
KAMER SURESİ
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay da yarıldı" İfadenin insanda yarattığı ruh hali bir parça ürkütücü.Bu ayeti okuyunca "kıyamet" kelimesinin kökünü ve anlamını merak ettim.Kıyamet sözcüğü Kuran'ın bir çok yerinde zikredilir.Ama ilk defa beni bu kadar duraklattı,düşünme ihtiyacı hissettirdi.Kıyametin meydana geleceği saatin yakın oluşu, ilk ayette-sanki gaflette olanları uyarmak istercesine- yer alıyor.Tur Suresi'nde sorular yer alıyor.Tur Suresi'nde sorular yer alırken, Necm'de görmediğimize inanmayız diye reddedenler var.Kamer Suresi açık bir mucizeyle ayın yarılmasından bahsediyor.
"Öyleyse sen onlardan yüz çevir, o çağırıcının ne tanınmış. Ne görülmüş bir şeye çağıracağı gün"(6) altıncı ayete kadar olan ayetlerde bu yüz çevir emrinin sebepleri anlatılıyor.Bir çok defa uyarılmalarına rağmen hevalarına uyup yalanladıkları ve uyarmanın, korkutmanın bir yarar sağlamadığı anlatılıyor.
Dokuzuncu ayetten itibaren Nuh Kavmi'nin kıssasına yer veriliyor.Nuh(a.s)'ın kıssası bence,Kuran'da bahsedilen peygamber kıssaları içinde farklı bir yere sahip.Onun tevekkülü her zaman beni etkilemiştir.Öte yandan Allahu Teala suyu gönderirken öyle bir karara göre gönderiyor ki herkesin helak olduğu bir tufanda küçücük bir gemide olanlar kurtarılıyor.Allah(cc) dilediğini kurtarır.Aklın durduğu ve ancak imanla anlaşılabilecek bir nokta.
Sonunda Rabbine dua etti" Gerçekten ben, yenik düşmüş bir durumdayım.Artık sen intikam al"(10)
Nuh (as)'ın duası bir kulun Allah'a iltica edişinin güzel bir hali.Bu duayı duyduktan sonra, inkarcılara karşı yenildiğimi hissettiğim anlarda, ben de böyle dua etmeye başladım.Bir insanın elinden geleni yaptığı ama güç yetiremediği durumları anlatıyor bu dua.
"Biz de bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapıları açtık."(11)
Göğün kapıları ifadesi kulağa çok hoş geliyor.Bir de Kur'an da çok sevdiğim bir üslup var bu ayette.Allahu Teala ifadeleri açıklarkeninsanoğluna algılayabileceği olgularla örnek veriyor "bardaktan boşanırcasına akan bir su" ifadesinde olduğu gibi.Yedinci ayette de kabirlerden çıkış hali çekirgelerin haline benzetilmiş.
"Andolsun biz bunu bir ayet olarak bıraktık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"
Mevdudi dahil bir çok müfessire göre "geminin kalıntıları" bir ayet/işaret olabilir.Ancak Muhammed Esed daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor.O "burada değinilen işaret, Allah'ın insan beynini icat etme yeteneğiyle ve dolayısıyla bilinçli çabası sayesinde hayatının imkanlarını zenginleştirme gücü ile donattığına işarettir" diye yorumlamış.
Fakat öğüt alıp düşünen var mı?Bu soru türkçe mealinde bile etkileyici.Arapça dil zenginliği bakımından daha kapsamlı olduğu için eminim onda daha etkileyicidir.Bu soru hem merhamet, hem azap içeriyor.Helak ayetleri anlatılırken bir yandan Allah'ın şefkatini,merhametini gösteriyor, bir yandan da sanki uyanın ve dönün deniliyor.
" Gerçekten biz, üzerlerine uğursuzluğu daim bir günde, uğultulu bir rüzgar gönderdik."Bu ayette ayın yarılması için müstedir diyenlere biz de onları müstedir bir rüzgarla helak ettik deniliyor gibi.Azabı hissettiren ve insanın içine korku salan bir ifade de ayette geçen insanların hurma kütükleri gibi kökünden sökülüp koparılmış oldukları ifadesi
"Andolsun biz Kur'an'ı zikr için kolaylaştırdık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"(17-22) Yok mu yerine var mı kullanılması sanki uyuyorsunuz, gaflettesiniz gibi kelimeleri çağrıştırdı."Var mı" kelimesi kızgınlık, sitem içeriyor.Yok mu daha yumuşak bir ifadeyi çağrıştırıyor.Bu kelime bile bu surede Allah'ın gazabının ağır bastığını hissettirmeye yetti.Yani son derece yaramaz bir öğrenciye öğretmeninin "aklını başına topla, sen kaybedersin" tarzındaki son ikazları gibi.
"Dediler ki: Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz"(24)
Onların bu ifadesi insanoğlunun sırf aklını kullandığı zaman düşebileceği hatayı gösteriyor.Şeytan da bu yolla mukayese yapmıştı.Yanılmıyorsam sanırım Mustafa İslamoğlu'nun bir ifadesiydi "akılcı değil ama akıllı müslüman"Gerçekten ince ve de önemli bir çizgi.Ayrıca Allah'ın dış görünüşe, ilme (faydalı ilimler hariç, boş bilgilere), mal çokluğuna, evlat çokluğuna değer vermediği, onların gözünde sıradan görünen birinin peygamber olarak gönderilmiş olmasıyla bir kez daha vurgulanıyor gibi.Allah katında üstünlük ancak takvayla...
Sonraki ayetlerde geçen imtihan şekli –dişi deveyle olan- her zaman ilginç gelmiştir.Dişi bir deveye duydukalrı öfke o kadar büyük ki sonunda onu kesiyorlar.Onlara zararı olmadığı, bilakis faydası olduğu halde imansızlıkları öyle bir safhadaki onu öldürüyorlar.Şu zamanda olduğu gibi aslında.Bazı insanların başörtüsüne duydukları korku ve öfke gibi.Hem bir parça korkuyorlar hem de onlara zararı olmadığı halde ona öfkeyle saldırabiliyorlar.Öfkelerini cansız bir nesneye yöneltip ondan öç almaya çalışıyorlar.
"Biz de onalrın üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut ailesini bir seher vakti kurtardık."(34)
Seher vakti bir kurtuluş...Zariyat Suresi'nde de zikredildiği gibi.Sonraki ayetlerde geçen helak şekli Tevrat'ta da aynı şekilde bildirilmektedir.(Zalimlerin kör edilmesi)
"Sizin kafirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır? Yoksa sizin için kitaplar da bir beraat mi var?"(43)
Bu ayette firavun ve ailesine değinilmekte.Ama sanki tüm bu kıssaların anlatılış sebebini özetlemekte aynı zamanda.
Geçmiş kavimler küfür ve inatçılıkları dolayısıyla ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Allah'ın azabına uğramışlardır.Şayet aynı yolu takip ederseniz, sizlerinde aynı azaba uğramamanız için bir neden yoktur"deniliyor adeta.
"Yakında o toplum bozguna uğratılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır."(45)
Bazı müfessirler bu ayetin Bedir Savaşı'na işaret ettiğini söylüyorlar. Muhammed Esed ise, tamamen materyalist dünya görüşüne dayanan bu insanların"Bu sözde ilahi vahiyleri inkar eden bizler, çok geniş bir kitleyi oluşturuyoruz.ve görüşlerimiz bu kadar çok insan tarafından kabul edildiğine göre demek ki doğrudur ve bu nedenle sonunda üstün gelecektir" düşüncelerine karşı böyle bir ayet vardır diye yorumlarken, bu ayetteki ifadenin daha geniş zamanlar üstü bir anlama sahip olduğuna inandığını belirtiyor."Bu görüş, günahkar toplumun bir bütün olarak bu dünya da uğrayacağı manevi/ahlaki ve toplumsal yıkım dışında, bilinçli günahkarlığının öteki dünyadaki sonuçlarından da söz eden müteakip ayetlerce de desteklenmektedir "demekte.
"Daha doğrusu onların asıl va'd edildikleri azap vakti kıyamettir.Kuyamet daha şiddetli ve daha acıdır."(46)
Ayetteki ifade onlar için asıl yenilginin kıyamet saatinde olduğunu belirtiyor.
"Hiç şüphesiz biz her şeyi bir kader ile yarattık"(49) "Bizim emrimiz, bir göz çarpması gibi yalnızca bir keredir"(50)
Bu iki ayette Allah'ın kudretine işarettir.Her şeyin Allah'ın ince hesaplarıyla yaratıldığını ve O'nun yüceliğini belirtiyor.
Mevdudi'ye göre 50. ayette "Kıyameti getirmek için bizim ne bir hazırlığa ne de bir zamana ihtiyacımız vardır.Bir emrimiz kafidir" ifadesi anlatılmakta.
"Andolsun biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık.Fakat öğüt alıp düşünen var mı?"(51)
Mevdudi "Yani şayet bu kainatı Adil ve Hakim bir Zat'ın yarattığını değil de, onun tesadüfen meydana geldiğini zannediyor ve sonunda bir ceza veya mükafat olmadığına inanıyorsanız, dilediğinizi yapın.Ama takındığınız bu tavır yüzünden, önceki kavimlerin teker teker helak edildiklerini de unutmayın" ifadesini kullanmış.
"Bununla beraber onların yaptıkları her şey defterlerdedir."(52) "Ve küçük büyük hepsi (levhi mahfuzda) yazılıdır."(53)
Bu ayetlerdeki yazılıdır ifadesi ürkütücü.Yaptığımız her şeyin hesabının sorulacağını hatırlatıyor.Satır satır yazılıdır küçük büyük her şey.Yani hiç kimse yaptıklarının unutulacağı yanılgısına kapılmasın
"Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve ırmaklar başında..."(54) "Hak meclisinde...Muktedir bir Melik'in huzurunda olacaklardır"(55)
Son ili ayetin rahmetle biteceğini beklemezdim.Bana bu kadar azaptan sonra rahmetin hatırlatılması çok güzel geldi ama rahmet kullanılırken "muttakiler" ifadesinin kullanılması da dikkate değer."Doğruluk makamı"
Dediler ki "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın"(bakara-32)
Hz. Enes (ra) anlatıyor:Resulullah (as) efendimiz bir gün ashabına hitap ederken güneş batmak üzere idi kikonuşmasını şöyle bitirdi:"Canımı kudret elinde tutan Zat' yemin ederim ki geçen süreye nisbetle dünyanın ömründen ancak bu gündüzden kalan bir zaman parçası gibi bir parça ve güneşten görebildiğimiz azıcık şey gibi bir kısım kalmıştır"(Müsned-i Ahmed 3/223)
Ebu Talha Zeyd İbn'i Sehl
İslam’a Girişi
İslâm Güneşi Mekke'de parlarken, Ebû Talhâ 20 yaşlarında delikanlıydı...Medîne'nin asîl ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Her gece evlerinde, eğlence ve içki toplantıları vardı. Zenginliği sâyesinde, bütün dünya nîmetlerini tatmak istiyordu... Daha kötüsü, birçok asil arkadaşları gibi, puta tapmaktaydı. Etrafında birçok kadın ve kız dolaşıyordu.Fakat o, sadece biriyle evlenmek istedi. Haber yolladı. Evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Süleym ( asıl adı Rümeysa) adlı bu hanımın kocası, yeni ölmüştü. Şu cevabı verdi:
- Yetîm oğlum büyüyünceye kadar, evlenmeyi düşünmüyorum.Ümmü Süleym fakir olduğu halde, küçük oğlunu, üvey baba eline bırakmak istemiyordu. Ebû Talhâ, çâresiz bekliyecekti!..Evlenmem mümkün değil.. Epeyce zaman sonra, bizzat kendisi gitti.Nezâketle evlenme teklifini tekrarladı:- Oğlun artık büyüdü, Ey Ümmü Süleym!..Kararını vermelisin, dedi.O'nun niyetinin iyi olduğunu anlıyan zeki kadın, başka bir şeyden endişeliydi. Açık açık söylemeyi uygun buldu:- Yâ Ebû Talhâ! Ne yazık ki, seninle evlenmem mümkün değil. Neccar Oğulları Kabîlesi’ nin bu en yiğit, en zengin ve en yakışıklı delikanlısı, hayretle sordu:- Niçin?- Çünkü sen, müşriksin. Putlara tapıyorsun. Ebû Talhâ' nın hayreti arttı:- Putlarımız sana, bir zarar mı verdiler? diye sordu. Ümmü Süleym, gâyet sâkin:
- Onlar kimseye, ne zarar verebilir, ne de fayda!..dedi ve devam etti:- Çünkü sen de biliyorsun ki; tahta putlarınızı, aşağı mahalledeki marangoz köleleriniz yapmaktadır! Taş ve toprak putllarınızı da, yukarı mahalledeki köleleriniz yaparlar. Ebû Talhâ gözlerini açmış, evlenmek istediği kadını dinliyordu. O, sözlerini şöyle tamamladı:
- Taptığınız putları, ateşe atsan yanar! Kayaya çarpsan dağılır, toz olurlar! Hiç düşündün mü? Sen toprakta büyüyen bu ağaç kütüğünün bir bölümüne taparken,başkaları diğer bölümünü yakacak olarak kullandı. Onu ateşiyle ısındı. Senin gibi asîl bir efendinin işe yaramaz oyuncaklara secde etmesi, yakışır mı? Biraz düşüneyim... Zekî Medîneli, ne diyeceğini şaşırdı, sâdece sordu:
- Peki sen, nelere inanıyorsun? Nasıl düşünüyorsun? Kadın, cevap verdi:- Seni, beni, yeri, göğü yaratan ve yaşatan ve öldüren Allah; birdir ve büyüktür. Muhammed Aleyhisselâm, O'nun kulu ve elçisidir. İşte, benim inandığım budur. Eğer putlara tapmaktan vazgeçip Allah ve Resulü’ne iman edersen seninle evlenirim. Evliliğin karşılığı olarak senden mehir de mal da istemiyorum. Senin mehrin İslâm’a girmiş olman olacak.” Zengin delikanlının aklı karıştı:- Biraz düşünmek istiyorum! diyebildi. Tek başına kaldığı zaman, gerçekten uzun uzun düşündü. Ebû Talha, karşısında bulunan akıllı kadının kendisini imana davet için yaptığı açıklamalardan oldukça etkilenmişti. Ayrıca, Müslüman olması halinde hiçbir mal istemeyeceğini söylemesi, onun büyük bir hakikate gönül bağladığını gösteriyordu. Sonra tekrar, Ümmü Süleym'in yanına vardı. “ Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlüh.” diyerek, Kelime-i Şehâdet getirdi. Müslümanlık şerefine erişti. Ebû Talhâ Kelime-i Şehâdet getirip Müslüman olunca, O mü'mine hanım da:
- Ey Ebû Talhâ! Şimdi seninle, hiçbir karşılık istemeden, evlenmeyi kabul ediyorum, dedi.Ümmü Süleym hakikaten sevinçliydi. Çünkü bir insanı, hem de eşi olacak bir insanı, sapık fikirlerden kurtarmıştı. Ancak Müslüman olduktan sonra Ebû Talhâ Hazretleri, o iyi kalbli hanımla evlenebildi.
Ebû Talha müslüman olur olmaz , Medine’de , Efendimiz (s.a.s.)’in göndermiş olduğu Kur’an hocası Hz. Mus’ab Bin Umeyr' in yanına gitti. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslâmiyeti Medinelilere öğretip yaymak için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirmişti. O’ ndan iman ve İslâm’a dair sohbetler dinleyip Kur’an okumaya başladı.
Mücahede Hayatı
Ebû Talha (r.a.), İslâm’la şereflenince, Allah Resulü (s.a.s.)’ nün Mekke’deki ashabı ile birlikte müşriklerin işkencelerine maruz kaldığını öğrenince, bu mazlum insanları çektikleri ızdıraptan kurtarmak için onları yurtlarında barındırmaya karar verdi. Bu kudsi daveti Peygamberimize ulaştırmak üzere Mekke’ye giden Hz. Ebû Talha, II. Akabe’de Efendimiz (s.a.s.)’in mübarek elini sıkarken, O’nun davası yolunda gerekirse ölüme dahi hazır olduğunu ifade etti. Mekke’de, Resul-i Ekrem’e bîat ettikten sonra tekrar Peygamberimiz tarafından, Medineye gönderildi ve oradaki Ensâr a İslâmiyet’i tebliğ etmek, açıklayıp öğretmek için ta’yin olunan nakiblerden (temsilcilerden) biri oldu. Hicretten sonra, Efendimiz (s.a.s.) ve ashabının zaman zaman toplantı yeri olan Ebû Talha Hz. lerinin evi , Efendimiz (s.a.s.)’in Ensar ile Muhacir arasında kardeşlik ilan ettiği o kutlu hadisenin cereyan yeri olma şerefine nail olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), bu evde Ebû Talha (r.a.) ile Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı kardeş ilan etti. Bu kardeşlik, Ebû Talha’nın manevi kazançlar elde etmesine vesile oldu. Peygamber Efendimiz' hicretiyle şereflenen Medine halkı , Muhacirler için gerekli olan herşeyi temin ediyorlar ,herşeylerini paylaşıyorlardı. Hz. Ebû Talhâ ve muhterem hanımı da, Peygamber Efendimizin huzurlarına vardılar.- Yâ Resûlallah. Bu Enes’tir. Biz de size, şu küçük oğlumuzu armağan ediyoruz..Lûtfen kabul ve duâ buyurunuz. İnşâallah size hizmette, kusur etmez, dediler. Bu küçük oğlu, Enes idi. Efendimizin memnun oldukları, gözlerinden anlaşılıyordu. Küçük Enes'i , kendi terbiyelerine aldılar. Bu sâyede Ebû Talhâ'nın üvey oğlu, büyük bir şerefe nâil oldu.
Cenâb-ı Hak bir müddet sonra onlara, yeni bir oğul verdi. Yeni bebek, evlerine sevinç getirmişti. Çünkü artık Sevgili Peygamberimiz de sık sık,onlara uğruyorlar, cemaatle namaz kıldırılıyorlardı. Ne yazık ki çocukcağız, bir gün hastalandı. Az zaman sonra da, vefat etti. O sırada Hz. Ebû Talhâ, bahçe işleriyle uğraştığı için evde yoktu. Ümmü Süleym evlâdını yıkadı, kefenledi. Üstüne, temiz bir bez örttü. Akşamleyin Ebû Talhâ eve döndü ve sordu:- Oğlum nasıl? Hanımı:- O şimdi, daha sâkin ve daha huzurlu bir hâlde bulunuyor, dedi. Ümmü Süleym, günlerdir yorgun ve uykusuz olduğu için eşini üzmek istememişti. Hatta o gece acısını bağrına basarak, eşini kırmamak için isteğini geri çevirmedi ve onunla birlikte oldu. Ancak gerçeği sabah olunca söyleyebildi:
- Ey Ebû Talhâ! Aşağı hurmalıktaki komşularımız, emânet birşey almışlar. Bir müddet faydalanmışlar. Fakat sahibi, emâneti geri isteyince, itiraz etmişler.- Ne demişler?- Daha zamanı gelmedi! Ne çabuk istiyorsun, gibi şeyler!- İnsafsızlık etmişler doğrusu!- Evet öyle. İnşâallah biz etmeyiz.- Hayırdır inşâallah! Birşey mi oldu?- Evet...- Ne oldu?- Cenâb-ı Hak da, bizdeki emânetini geri istedi, deyince, kocası hemen anladı.- Oğlumuz öldü mü yoksa, diye sordu:- Allah, sana ömürler versin...Ebû Talhâ ilk oğlunun ölüm haberine üzüldü. Fakat, her şeye rağmen:- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn "Biz, hepimiz,Allahın kullarıyız ve ancak, O'na dönücüleriz..." mânâsına gelen, ayet-i kerîme’yi okudu. Hakkın emrine râzı olup, sabretti , lakin yine de çok üzülmüştü. Gidip olanları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattı. Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah gecenizi mübarek eylesin!.” diye dua buyurdu. Efendimiz (s.a.s.)’in Ebû Talha’nın ailesi ve çocukları hakkında yapmış olduğu duanın bereketi olarak, oğulları Abdullah dünyaya geldi ve Abdullah’ tan da, hepsi Kur’an ilimlerinde söz sahibi bilgili, ilim ehli 10 torunları oldu.
Peygamber Efendimiz le birlikte cihada katılabilmek için nafile oruç hiç tutmazdı. Cenk için kuvvetli olmak gerekir. Derdi. Bu konuya örnek olarak Enes (r.a.) şöyle nakletmiştir:
"Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bir seferde idik. Bizden kimi oruçlu kimi de oruçsuzdu. Oruç tutanlar güçsüz kaldılar ve hiçbir şey yapamadılar. Oruçsuzlar ise binit develerini suya götürüp suladılar. Oruçlulara hizmet ettiler. Yemek pişirip birlikte yediler. Bütün bu faaliyetler üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Bugün oruçsuzlar tam ücret alıp gittiler." buyurdu.
Rasulullah’ ın vefatından sonra ise, Ramazan ve Kurban Bayram’ları dışında otuz yıl süreyle, hergün nafile oruç tuttu.
Cömertliği ve İnfakı
Medine’nin zenginlerinden olan ve Müslümanlığından önce evinde topladığı arkadaşlarına içki ve yemek ikram etmekten zevk alan Ebû Talha, cömertliği ile meşhur bir zat idi. Bu sebeple geniş bir çevresi olan Ebû Talha (r.a.), arkadaşlarının da çoğunun İslâm’a girmesine vesile oldu.
Ebu Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasinda bağ ve bahçeye en çok sahip olandı. Mescid-i Nebevi' nin karşısında Bi’r-i Ha adlı bir bahcesi vardı. Hurma ağaçları , asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Ebu Talha (r.a.) "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız. (Birr’ e ulaşamazsınız..) " (Al-i İmran; 92) Ayet-i Kerime’ sini işitince hemen Peygamber Efendimiz’ in yanına Mescit’e gitti ve bu bahçeyi Allah rızası için infak ettiğini söyledi. Dilediği şekilde kullanmasını istedi. Onun bu davranışını takdir eden Efendimiz (s.a.) bahçeyi akrabalarına vermesinin daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine o, bu bahceyi amcazadelerine bağışladı. Ben şimdi gidiyorum. Bahçemin içindeki eşyalarımı toplayıp çıkacağım" dedi ve hemen mescidden dışarı çıktı. Ebu Talha bahçeye gitti , ama bahçenin duvarına varınca orada durakladı, içeri atlayamadı. Çünkü, o artık başkasınındı. Duvarın dışında beklerken, içeriden hanımı gördü.
- Yâ Eba Talha, gelsen ya, niye dışarıda bekliyorsun? dedi. ,
Ebu Talha dışarıdan cevap verdi:
- Ben içeri giremem, sen eşyaları topla da dışarı çık.
- Niye dışarı çıkayım, yâ Ebâ Talha, bu bahçe bizim değil mi?
-Hayır, artık bu bahçe bizim değil.
- Neden yâ Ebâ Talha?
- Çünkü bu sabah bir âyet-i kerime geldi. Ben de âyet-i kerimeye uyarak bu bahçeyi Medine fakirlerinin ihtiyaçlarını karşılaması için Resulullah'a vakfettim. Artık bu bahçe Medine fakirlerinindir. Dolayısıyla eşyaları topla ve dışan çık. Eşyasını topluyor, bahçeden dışarıya çıkıyor. İlk suali şu oluyor:
- Yâ Ebâ Talha, bahçeyi bağışlarken kendi adına mı bağışladın, yoksa ikimiz adına mı?
-Hayır, ikimiz adına bağışladım.
- Allah senden razı olsun, yâ Ebâ Talha, ben her sabah evden çıkıp, bu bahçeye doğru gelirken, çevremdeki fakirleri görüyordum, onların çocuklarının ağzına bir tane hurma düşmüyor. Hurmaları yok, onları gördükçe içim parçalanıyordu. Ve içimden geçiyordu ki, bu bahçeyi fakirlere vakfedelim. Ama senden çekiniyordum. Demek benim kalbimden geçeni sen de okumuşsun ki, gelen âyet üzerine bahçeyi vakfetmişsin. Allah hayrımızı kabul etsin, dedi ve eşyalarını alarak evlerine döndüler.
…………..
Ebu Talha, Peygamber Efendimizi öyle çok seviyordu ki , evinde pişirdiği yemeği yalnız yiyemezdi. Sevgili Peygamberimize haber gönderir onun iştirakini isterdi. Efendimiz de zaman zaman gider, Ümmü Süleym'in hazırladığı yemeği yer ve orada öğle uykusuna yatardı.
Yine bir defasında, Ebu Talha (r.a.), hanımı Ümm-ü Süleym’e “Rasûlüllah’ın sesi çok zayıf çıkıyor, aç olmalı; bir şeyler hazırla da gönderelim” dedi. Oğlu Enes’le arpa ekmeği gönderebildiler. Rasûlüllah Mescid’de bazı sahâbileriyle oturuyordu. Onlara, “Haydin, Ebu Talha’nın evine gidelim” dedi. Rasûlüllah’ın o kadar sahabisiyle geldiğini görünce Ebu Talha telaşlandı. Fakat hanımı Ümm Süleym, “Rasûlüllah var, telaşa gerek yok, Allah ve Rasulü daha iyi bilirler” dedi. Rasûlüllah Ümm-ü Süleym’e “Evinde ne varsa getir” buyurdular. Ümm-ü Süleym, arpa ekmekleriyle birlikte biraz da tereyağı getirdi. Rasûlüllah onların üzerine bereket duası okudu. O az tereyağlı ekmekten gelen sahâbiler onar onar yediler. Tamamı 70-80 kişi vardı. Hepsi doyup kalktığında yemek hiç yenmemiş gibi duruyordu. (Buharî, 8:680)
Resulü (s.a.s.)’nün mübarek hadislerini toplamak için O’nun huzurundan ayrılmayan Ebû Hureyre, bir gün açlıktan ayakta duramayacak hale gelmişti. Bu durumunu gelip Efendimiz (s.a.s.)’e arz etti. Onun açlığını gidermek için evinde yedirecek bir şey bulamayan Efendimiz (s.a.s.), Mescid’de bulunan ashabına durumu açıklamıştı. Peygamberimiz (s.a.s.)’in vermiş olduğu bu haberi Ebû Talha işitir işitmez hemen ayağa kalkarak: “Ya Rasûlallah, onu ben misafir edeyim” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Ama evde o anda çorbadan başka bir şey yoktu. O da ihtimal çocuklar için pişmişti. Bunun üzerine karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz bugün de bir şey yemeyebiliriz. Çocukları ikna edip yatıralım...” dediler ve şöyle bir plan kurdular: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecekti.. Zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi. Böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve Ebu Hureyre ve Ebu Talha, sabah namazında, Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (s.a.s.) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebu Talha'ya: " Dün gece misafirinize olan davranışınız sebebiyle Allah Teala Hazretleri taaccup etti (ve güldü)!" buyurdu ve şu Ayet-i Kerime nazil oldu. (Mealen): "...Ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler" (Hasr 9) buyurdu.
……………
Yine bir başka Hadis-i Şerif’te Abdullah Ibnu Ebi Bekr anlatiyor: "Ebu Talha el-Ensari radiyallahu anh bahcesinde namaz kiliyordu. Derken , Dubsi denen kumruya benzeyen bir kus uctu. Kırmızı gagalı, yeşil renkli, nağmeler cıvıldayan kuş, gidip gelmeye, çıktığı yeri aramaya başladı, fakat bulamadı. Bu hal Ebu Talha'nın garibine gitti ve bir müddet gözleriyle kuşu takip etti. Sonra namazına döndü. Ne kadar kıldığını bilemiyordu. Kendi kendine: "Bu malımdan bana fitne arız oldu!" dedi. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek namazda başına gelen fitneyi anlattiı ve "Ey Allah'in Resulu! Bu bağım Allah için sadakadır, onu dilediğine ver!" dedi." Muvatta, Salat 67, (1, 98) ,Kütüb-ü Sitte: (5342).
Cihadı
Ebu Talha, savaşlarda canıyla cömertti, Sesi çok gürdü ve dolayısıyla düşmana korku salardı. Bedir savaşına da katılmıştı, ancak O’nun savaş meydanlarındaki kahramanlığı ve Efendimiz (s.a.s.)’in yolunda dillere destan fedakârlığı asıl Uhud’da ortaya çıktı. Zira, bu savaşın bir bölümünde İslâm ordusu içinde dağılma yaşanmış ve müşrikler bütün güçleri ile Allah Resulü (s.a.s.)’ i, hedef almışlardı. Savaşın bu kritik anında Peygamberimiz (s.a.s.)’in önünde savaşan on beş kadar fedakâr insandan biri de Ebû Talha idi. O’nun isabetli ve seri bir şekilde ok attığı bilinmekteydi. Uhud’da bütün savaş mahareti ve cesaretini ortaya koyan Ebû Talha, Peygamberimiz’in (s.a.s.) huzurunda yerini alarak, bir taraftan düşmandan gelecek oklara karşı göğsünü siper ediyor, bir taraftan da “Anam babam sana feda olsun Yâ Resülallah! Arkamdan çıkma ki, sana herhangi bir ok isabet etmesin!” diyordu. O, üzerlerine gelen düşmanı püskürtmek üzere ok atarken, gür sesi ile Efendimiz (s.a.s.)’e:
Canım canın için feda;
Yüzüm yüzün için kalkandır.
şeklinde hitap ediyor ve düşmana da gereken dersi veriyordu. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
-Ebu Talha'nın sesi yüz askerin sesinden daha hayırlıdır.
Ebu Talha Hazretleri’nin okları bitince Peygamber Efendimiz yerden çöpler alarak kendisine uzattılar. Okçu mücahidin düşmana doğru gönderdiği Peygamber eli değmiş çöpler, bir mucize olarak havada keskin bir ok olarak menzili vuruyordu.
Bedir ve Uhud’dan sonraki bütün savaşlarda da Ebû Talha (r.a.), Efendimiz (s.a.s.)’in yanından ayrılmamıştı. Huneyn Savaşı’nın başlangıcında Müslümanların pusuya düşerek zor anlar yaşadığı anda da, fedakârlık ve kahramanlığını ortaya koydu O gün Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
- Kim, bir düşmanı öldürürse; düşmanın üzerinde nesi varsa, O gâzîye âit olacaktır. Ganîmete, dâhil edilmiyecektir.
O savaşta Hz. Ebû Talhâ tek başına, o gün yirmi dokuz tane müşrik öldürmüştü. Üzerlerinde bulunan bütün eşyâları topladı. İçlerinden bir kılıç bile almadan, hepsini Peygamber Efendimiz’ in önlerine bıraktı. O'nun tek isteği, sâdece Allahü Teâlâ’ nın ve Resûlullah’ ın rızâları idi.
Peygamber Efendimiz’ e Yakınlığı
Hz. Ebû Talha’nın yakınlığı Resûlullah Efendimiz’ in, O’nun evini sık sık ziyaretetmesinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Talha’nın üvey oğlu Enes bin Mâlik , Resûl-i Ekrem’in bu sevgisini şöyle anlatıyor: “Resûlullah efendimiz, daima evimize gelip gider ve bizi memnun etmek için her şeyi yapardı. Bizimle şakalaşır, bize dua ederdi. Resûl-i Ekrem’in bizimle olan yakınlığı o dereceye varmıştı ki, hepimizi ayrı ayrı sevindirirdi.
Kandehlevî‘ den Hayatü’s-Sahabe’de şöyle bir örnek nakledilmiştir: “ Ebû Talha’nın oğullarından Ebû Umeyr’in Nuğayr adında oynadığı bir kuşu vardı. Bir defasında Efendimiz (s.a.s.), “Ey Ebû Umeyr! Senin Nuğayr’den ne haber” diye sorup çocuğun gönlünü almıştı.” Hatta Nugayr vefat ettiği zaman, Peygamber Efendimiz’ in, Umeyr’ e taziyeye gittiği rivayet edilir. Umeyr ise Ebu Talha ‘ nın çok sevdiği vefat eden oğludur.
Hz Enes “Namaz vakti geldiği zaman, biz de Resûl-i Ekrem’e bir seccade yayar, arkasına dizilir, namazımızı kılardık” diye de buyurmuştur.
Hz. Ebû Talha’nın evinde güzel bir yemek pişirildiğinde mutlâka Resûl-i ekrem efendimiz hatırlanır, onun bu yemeğe iştirakini isterlerdi. Ebû Talha’nın hanımı olan Ümmü Süleym, fırsatların hepsini hemen değerlendirirdi. Bir gün tavşan pişirmiş ve Allah Rasulü’nün payını ayırmıştır. Ebu Talha ise tavşandan yemeden önce, Rasulullah bundan yedi mi? diye sormuş, “ evet” cevabını aldıktan sonra kendi yemiştir.
Allah Resulü (s.a.s.)’nü sevdiği kadar ona ait hatıraları da teberrüken yanında saklamaya çalışan Ebû Talha, Efendimiz (s.a.s.) tıraş olurken mübarek saçlarını toplar, bunları evinde muhafaza ederdi. Peygamber Efendimiz’ de Ebu Talha’ dan, saçlarını ashabına dağıtmasını isterdi.Allah Rasulü bazen onun atına binerdi. Mekke veya Medine'de bir gece çok şiddetli bir gürültü duyuldu. Şehir halkı ne olup bittiğini anlamak için evlerinden fırladıklarında, Sevgili Peygamberimizi sesin geldiği istikametten gelirken gördüler. Efendimiz, sesi duyduğu anda en yakındaki ata binerek hızla olay yerine gitmiş, önemli bir şey olmadığını görünce geri dönmüştü. Kullandığı at, Ashab-ı Kiram’dan Ebu Talha' nın atıydı. "Korkacak bir şey yok; ben Ebu Talha’nın bu atını pek rahvan, pek hızlı buldum” buyurdu. Oysa at, ağırlığıyla biliniyordu; çok yavaş yürüyordu, Rasûlüllah’ın altında hızlanmıştı ve o günden sonra hiçbir at ona yürüyüşte yetişemedi. Efendimiz bu ata dua buyurarak; "Deniz gibi..." buyurdu. Kutaf cinsi atlara bu nedenle, Bahr / Deniz adı verilmiştir “. (Buhari, “Cihad”,46,82; Müslim, “Fezail” 48).
İki Cihan Güneşi Efendimiz dar-i bekaya irtihal edince kabr-i şeriflerini Medine halkının adetine uygun olarak kazmak şerefi de ona nasib oldu. Ebu Talha (r.a.) hizmetin her çeşidinden anlardı. Bir hizmet eri gibi koşardı. Medine'de kabir kazma işiyle de tanınırdı.. Resulullah aleyhissalatu vesselam için mezar kazmaya azmettikleri vakit Ebu Ubeyde İbnu'l Cerrah'a adam gönderdiler. O, Mekke halkının mezarı gibi şak şeklinde mezar kazıyordu. Ebu Talha'ya da adam gönderdiler. O da Medine ahalisinin mezarı gibi, lahid tarzında mezar kazıyordu. İşte bu iki zata iki ayrı elçi yola çıkarıldı. Ashab "Allahım, Rasulün için sen tercih et" diye dua etti. Ebu Talha'yı yerinde buldular ve kazı yerine getirdiler. Ebu Ubeyde yerinde bulunamadı. Böylece Rasulullah aleyhissalatu vesselam için lahid tarzında mezar hazırlandı."
Peygamber Efendimiz’ e Bağlılığı
Efendimizi canı gibi sever, ona hizmeti şeref bilirdi. Huzur-i alilerinde pür edeb diz çökerek otururdu. Onu gölge gibi takib ederdi.
Ebû Talha, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda da oldukça hassas bir yapıya sahipti. İçkinin yasaklanmasını bildiren ayet nazil olduğu zaman, o hiç tereddüt göstermeden Allah’ın emrini yerine getirmişti. İslâm’dan önce içkiye düşkün olarak tanınan Ebû Talha, arkadaşlarını toplayıp evinde içkili ziyafetler verirdi. Yüce Allah, emir ve yasaklarını yavaş yavaş insanlara bildirmişti. Sarhoş edici içkileri de tedrici olarak yasaklamıştı. Nihai hüküm olarak içkinin haram kılındığı ferman edildi. Bu kesin hükümden sonra gelişen olayı Ebû Talha’nın evlatlığı Enes anlatıyor: “Ben, bir gün Ebû Talha’nın evinde içki sofrasında kadehleri dolduruyor, sâkilik yapıyordum. Onlar da içmeye devam ediyorlardı. Tam bu sırada dışarıdan Allah Rasulü (s.a.s.)’nün münadisinin sesi duyuldu. O, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız. Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah’ı zikr etmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu pis işlerden vazgeçmiyor musunuz?” (Maide, 5/90-91) ayetini okuyordu. Ben de, bu ayeti gelip içeridekilere haber verdim. Onlar Yüce Allah’ın “Artık içmekten vazgeçmiyor musunuz?” ayetini işitir işitmez, başta Ebû Talha olmak üzere “Vazgeçtik, artık içmeyeceğiz Ya Rabbi!” diyerek ellerindeki içki bardaklarını yere attılar. Ağzına içki almış olanlar onu geri tükürdüler. Küplerdeki içkiler boşalttı. İçki, sokaklarda aktı...” (Buharî, “Tefsir”, 10)
Bir başka olay ise şöyle cereyan etmiştir: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) devamlı su içtiği bir bardağı, Ashab-ı Kiram’ ın ileri gelenlerinden olan ve kendisinin hususi hizmetini gören Enes bin Malik (r.a) tarafından saklanmıştı. Hicaz bölgesinde kap imalatında kullanılan ‘nudar’ ağacından yapılmış, genişliği derinliğinden daha fazla olan bardağın duvara asmaya yarayan demirden bir halkası da vardı. Hazreti Enes (r.a) bu halkayı altın ya da gümüşten başka bir halka ile değiştirmek istediğinde üvey babası Ebû Talha (r.a) “Sakın ha, Rasulullah’ın (s.a.v) yapmış olduğu bir şeyi kat’ iyyen değiştirmeye kalkma” diyerek mani olmuştu. Enes, siyah bir kılıf içinde muhafaza ettiği bu kadehle bazı ziyaretçilerine su ikram ederdi.
Hayatının Son Seneleri
O, canından çok sevdiği Fahr-i Kainat (s.a.) Efendimiz’in irtihalinden sonra onun ayrılığına dayanamayarak diğer sahabiler gibi başını alıp Şam tarafına gitti. Uzun müddet orada kaldı. Hasretini gidermek ve kabr-i şeriflerini ziyaret etmek için, Hz. Ömer’in şehadetinden az bir zaman önce, kendisine yapılan davete icabeten Hz. Ebû Talha (r.a.), Medine’ye döndü ve Hz. Osman ile Hz. Ali dönemlerinin sonuna kadar ibadet ve ilim neşretmekle sakin bir hayat geçirdi. Hz. Ömer (r.a.) ona çok güvenirdi. Halifeyi seçmekle görevli şura meclisinin kapısında bekçilik görevini ona verdi. Halife seçilinceye kadar kimsenin rahatsız etmemesini ve üç gün müddet vererek halifenin süratle seçimini sağlamasını ondan istedi. O da bu vazifeyi seve seve yerine getirdi. Ensardan 50 kisiyle kapıyı tuttu ve üç gün içerisinde halifenin seçilmesine yardımcı oldu.
Ebu Talha yaşlanmıştı. Fakat gönlü hakikaten gençti. O hala cihad aşkıyla yanıyordu. Bir gün Kur'an-ı Kerim okuyordu. “Ey mü’minler, gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz. Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz!” mealindeki Tevbe suresi 41. ayetine gelince durdu ve: "Rabbimiz bizi, ihtiyar da olsak genç de olsak savaşa gitmeye çağırıyor." dedi. Kendisinin harp için techiz edilmesini istedi. Oğulları: "Babacığım sen yaşlısın harb etmek sırası bizimdir. Sen otur biz gidelim." diyerek engel olmak istediler. Fakat kabul ettiremediler. O günlerde, Hz. Osman zamanında Rumlara karşı bir savaş hazırlığı vardı. Kıbrıs’ a gidiliyordu. Ebu Talha bu deniz harbine katıldı. Gemide ağır hastalandı ve bir müddet sonra vefat etti. (654 m.). Vefat ettiğinde 70 yaşındaydı. Yedi gün süreyle karaya çıkamadıkları için defnedilememişti. Ancak cesedinde de herhangi bir bozulma meydana gelmemişti. Kandehlevi’nin yapmış olduğu araştırmalara göre, Hz. Ebu Talha Kıbrıs’ta defnedilmiştir.
Ebu Talha Hz.leri hassasiyet ve titizlikle 92 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir
…………
Resulullah aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur. "Ben kendimi cennete girmiş gördüm. Derken Ebu Talha'nın hanımı Rümeysa (r.a) ile karşılaştım.Bir de hışırtı kulağıma geldi. "Bu kimin hışırtısı ?" dedim. "Bilal’ in!" dediler. Avlusunda bir cariye bulunan bir köşk gördüm. "Bu kime ait?" dedim. "Ömer bin Hattab' ındır!" dediler. İçine girip bakmayı arzu ettim. Ancak senin kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm!" Ömer, bu söz uzerine ağladı ve: "Sana karşı da mı kıskanç olacağım ey Allah'ın Resülü!" dedi." .
İslâm Güneşi Mekke'de parlarken, Ebû Talhâ 20 yaşlarında delikanlıydı...Medîne'nin asîl ve zengin ailelerinden birine mensuptu. Her gece evlerinde, eğlence ve içki toplantıları vardı. Zenginliği sâyesinde, bütün dünya nîmetlerini tatmak istiyordu... Daha kötüsü, birçok asil arkadaşları gibi, puta tapmaktaydı. Etrafında birçok kadın ve kız dolaşıyordu.Fakat o, sadece biriyle evlenmek istedi. Haber yolladı. Evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Süleym ( asıl adı Rümeysa) adlı bu hanımın kocası, yeni ölmüştü. Şu cevabı verdi:
- Yetîm oğlum büyüyünceye kadar, evlenmeyi düşünmüyorum.Ümmü Süleym fakir olduğu halde, küçük oğlunu, üvey baba eline bırakmak istemiyordu. Ebû Talhâ, çâresiz bekliyecekti!..Evlenmem mümkün değil.. Epeyce zaman sonra, bizzat kendisi gitti.Nezâketle evlenme teklifini tekrarladı:- Oğlun artık büyüdü, Ey Ümmü Süleym!..Kararını vermelisin, dedi.O'nun niyetinin iyi olduğunu anlıyan zeki kadın, başka bir şeyden endişeliydi. Açık açık söylemeyi uygun buldu:- Yâ Ebû Talhâ! Ne yazık ki, seninle evlenmem mümkün değil. Neccar Oğulları Kabîlesi’ nin bu en yiğit, en zengin ve en yakışıklı delikanlısı, hayretle sordu:- Niçin?- Çünkü sen, müşriksin. Putlara tapıyorsun. Ebû Talhâ' nın hayreti arttı:- Putlarımız sana, bir zarar mı verdiler? diye sordu. Ümmü Süleym, gâyet sâkin:
- Onlar kimseye, ne zarar verebilir, ne de fayda!..dedi ve devam etti:- Çünkü sen de biliyorsun ki; tahta putlarınızı, aşağı mahalledeki marangoz köleleriniz yapmaktadır! Taş ve toprak putllarınızı da, yukarı mahalledeki köleleriniz yaparlar. Ebû Talhâ gözlerini açmış, evlenmek istediği kadını dinliyordu. O, sözlerini şöyle tamamladı:
- Taptığınız putları, ateşe atsan yanar! Kayaya çarpsan dağılır, toz olurlar! Hiç düşündün mü? Sen toprakta büyüyen bu ağaç kütüğünün bir bölümüne taparken,başkaları diğer bölümünü yakacak olarak kullandı. Onu ateşiyle ısındı. Senin gibi asîl bir efendinin işe yaramaz oyuncaklara secde etmesi, yakışır mı? Biraz düşüneyim... Zekî Medîneli, ne diyeceğini şaşırdı, sâdece sordu:
- Peki sen, nelere inanıyorsun? Nasıl düşünüyorsun? Kadın, cevap verdi:- Seni, beni, yeri, göğü yaratan ve yaşatan ve öldüren Allah; birdir ve büyüktür. Muhammed Aleyhisselâm, O'nun kulu ve elçisidir. İşte, benim inandığım budur. Eğer putlara tapmaktan vazgeçip Allah ve Resulü’ne iman edersen seninle evlenirim. Evliliğin karşılığı olarak senden mehir de mal da istemiyorum. Senin mehrin İslâm’a girmiş olman olacak.” Zengin delikanlının aklı karıştı:- Biraz düşünmek istiyorum! diyebildi. Tek başına kaldığı zaman, gerçekten uzun uzun düşündü. Ebû Talha, karşısında bulunan akıllı kadının kendisini imana davet için yaptığı açıklamalardan oldukça etkilenmişti. Ayrıca, Müslüman olması halinde hiçbir mal istemeyeceğini söylemesi, onun büyük bir hakikate gönül bağladığını gösteriyordu. Sonra tekrar, Ümmü Süleym'in yanına vardı. “ Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlüh.” diyerek, Kelime-i Şehâdet getirdi. Müslümanlık şerefine erişti. Ebû Talhâ Kelime-i Şehâdet getirip Müslüman olunca, O mü'mine hanım da:
- Ey Ebû Talhâ! Şimdi seninle, hiçbir karşılık istemeden, evlenmeyi kabul ediyorum, dedi.Ümmü Süleym hakikaten sevinçliydi. Çünkü bir insanı, hem de eşi olacak bir insanı, sapık fikirlerden kurtarmıştı. Ancak Müslüman olduktan sonra Ebû Talhâ Hazretleri, o iyi kalbli hanımla evlenebildi.
Ebû Talha müslüman olur olmaz , Medine’de , Efendimiz (s.a.s.)’in göndermiş olduğu Kur’an hocası Hz. Mus’ab Bin Umeyr' in yanına gitti. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslâmiyeti Medinelilere öğretip yaymak için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirmişti. O’ ndan iman ve İslâm’a dair sohbetler dinleyip Kur’an okumaya başladı.
Mücahede Hayatı
Ebû Talha (r.a.), İslâm’la şereflenince, Allah Resulü (s.a.s.)’ nün Mekke’deki ashabı ile birlikte müşriklerin işkencelerine maruz kaldığını öğrenince, bu mazlum insanları çektikleri ızdıraptan kurtarmak için onları yurtlarında barındırmaya karar verdi. Bu kudsi daveti Peygamberimize ulaştırmak üzere Mekke’ye giden Hz. Ebû Talha, II. Akabe’de Efendimiz (s.a.s.)’in mübarek elini sıkarken, O’nun davası yolunda gerekirse ölüme dahi hazır olduğunu ifade etti. Mekke’de, Resul-i Ekrem’e bîat ettikten sonra tekrar Peygamberimiz tarafından, Medineye gönderildi ve oradaki Ensâr a İslâmiyet’i tebliğ etmek, açıklayıp öğretmek için ta’yin olunan nakiblerden (temsilcilerden) biri oldu. Hicretten sonra, Efendimiz (s.a.s.) ve ashabının zaman zaman toplantı yeri olan Ebû Talha Hz. lerinin evi , Efendimiz (s.a.s.)’in Ensar ile Muhacir arasında kardeşlik ilan ettiği o kutlu hadisenin cereyan yeri olma şerefine nail olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), bu evde Ebû Talha (r.a.) ile Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı kardeş ilan etti. Bu kardeşlik, Ebû Talha’nın manevi kazançlar elde etmesine vesile oldu. Peygamber Efendimiz' hicretiyle şereflenen Medine halkı , Muhacirler için gerekli olan herşeyi temin ediyorlar ,herşeylerini paylaşıyorlardı. Hz. Ebû Talhâ ve muhterem hanımı da, Peygamber Efendimizin huzurlarına vardılar.- Yâ Resûlallah. Bu Enes’tir. Biz de size, şu küçük oğlumuzu armağan ediyoruz..Lûtfen kabul ve duâ buyurunuz. İnşâallah size hizmette, kusur etmez, dediler. Bu küçük oğlu, Enes idi. Efendimizin memnun oldukları, gözlerinden anlaşılıyordu. Küçük Enes'i , kendi terbiyelerine aldılar. Bu sâyede Ebû Talhâ'nın üvey oğlu, büyük bir şerefe nâil oldu.
Cenâb-ı Hak bir müddet sonra onlara, yeni bir oğul verdi. Yeni bebek, evlerine sevinç getirmişti. Çünkü artık Sevgili Peygamberimiz de sık sık,onlara uğruyorlar, cemaatle namaz kıldırılıyorlardı. Ne yazık ki çocukcağız, bir gün hastalandı. Az zaman sonra da, vefat etti. O sırada Hz. Ebû Talhâ, bahçe işleriyle uğraştığı için evde yoktu. Ümmü Süleym evlâdını yıkadı, kefenledi. Üstüne, temiz bir bez örttü. Akşamleyin Ebû Talhâ eve döndü ve sordu:- Oğlum nasıl? Hanımı:- O şimdi, daha sâkin ve daha huzurlu bir hâlde bulunuyor, dedi. Ümmü Süleym, günlerdir yorgun ve uykusuz olduğu için eşini üzmek istememişti. Hatta o gece acısını bağrına basarak, eşini kırmamak için isteğini geri çevirmedi ve onunla birlikte oldu. Ancak gerçeği sabah olunca söyleyebildi:
- Ey Ebû Talhâ! Aşağı hurmalıktaki komşularımız, emânet birşey almışlar. Bir müddet faydalanmışlar. Fakat sahibi, emâneti geri isteyince, itiraz etmişler.- Ne demişler?- Daha zamanı gelmedi! Ne çabuk istiyorsun, gibi şeyler!- İnsafsızlık etmişler doğrusu!- Evet öyle. İnşâallah biz etmeyiz.- Hayırdır inşâallah! Birşey mi oldu?- Evet...- Ne oldu?- Cenâb-ı Hak da, bizdeki emânetini geri istedi, deyince, kocası hemen anladı.- Oğlumuz öldü mü yoksa, diye sordu:- Allah, sana ömürler versin...Ebû Talhâ ilk oğlunun ölüm haberine üzüldü. Fakat, her şeye rağmen:- İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn "Biz, hepimiz,Allahın kullarıyız ve ancak, O'na dönücüleriz..." mânâsına gelen, ayet-i kerîme’yi okudu. Hakkın emrine râzı olup, sabretti , lakin yine de çok üzülmüştü. Gidip olanları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattı. Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah gecenizi mübarek eylesin!.” diye dua buyurdu. Efendimiz (s.a.s.)’in Ebû Talha’nın ailesi ve çocukları hakkında yapmış olduğu duanın bereketi olarak, oğulları Abdullah dünyaya geldi ve Abdullah’ tan da, hepsi Kur’an ilimlerinde söz sahibi bilgili, ilim ehli 10 torunları oldu.
Peygamber Efendimiz le birlikte cihada katılabilmek için nafile oruç hiç tutmazdı. Cenk için kuvvetli olmak gerekir. Derdi. Bu konuya örnek olarak Enes (r.a.) şöyle nakletmiştir:
"Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bir seferde idik. Bizden kimi oruçlu kimi de oruçsuzdu. Oruç tutanlar güçsüz kaldılar ve hiçbir şey yapamadılar. Oruçsuzlar ise binit develerini suya götürüp suladılar. Oruçlulara hizmet ettiler. Yemek pişirip birlikte yediler. Bütün bu faaliyetler üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz: "Bugün oruçsuzlar tam ücret alıp gittiler." buyurdu.
Rasulullah’ ın vefatından sonra ise, Ramazan ve Kurban Bayram’ları dışında otuz yıl süreyle, hergün nafile oruç tuttu.
Cömertliği ve İnfakı
Medine’nin zenginlerinden olan ve Müslümanlığından önce evinde topladığı arkadaşlarına içki ve yemek ikram etmekten zevk alan Ebû Talha, cömertliği ile meşhur bir zat idi. Bu sebeple geniş bir çevresi olan Ebû Talha (r.a.), arkadaşlarının da çoğunun İslâm’a girmesine vesile oldu.
Ebu Talha (r.a.) Medineli müslümanlar arasinda bağ ve bahçeye en çok sahip olandı. Mescid-i Nebevi' nin karşısında Bi’r-i Ha adlı bir bahcesi vardı. Hurma ağaçları , asma ve tatlı suyu ile meşhurdu. Efendimiz sık sık buraya uğrar, suyundan içerdi. Ebu Talha (r.a.) "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en üstün sevabı kazanamazsınız. (Birr’ e ulaşamazsınız..) " (Al-i İmran; 92) Ayet-i Kerime’ sini işitince hemen Peygamber Efendimiz’ in yanına Mescit’e gitti ve bu bahçeyi Allah rızası için infak ettiğini söyledi. Dilediği şekilde kullanmasını istedi. Onun bu davranışını takdir eden Efendimiz (s.a.) bahçeyi akrabalarına vermesinin daha uygun olacağını söyledi. Bunun üzerine o, bu bahceyi amcazadelerine bağışladı. Ben şimdi gidiyorum. Bahçemin içindeki eşyalarımı toplayıp çıkacağım" dedi ve hemen mescidden dışarı çıktı. Ebu Talha bahçeye gitti , ama bahçenin duvarına varınca orada durakladı, içeri atlayamadı. Çünkü, o artık başkasınındı. Duvarın dışında beklerken, içeriden hanımı gördü.
- Yâ Eba Talha, gelsen ya, niye dışarıda bekliyorsun? dedi. ,
Ebu Talha dışarıdan cevap verdi:
- Ben içeri giremem, sen eşyaları topla da dışarı çık.
- Niye dışarı çıkayım, yâ Ebâ Talha, bu bahçe bizim değil mi?
-Hayır, artık bu bahçe bizim değil.
- Neden yâ Ebâ Talha?
- Çünkü bu sabah bir âyet-i kerime geldi. Ben de âyet-i kerimeye uyarak bu bahçeyi Medine fakirlerinin ihtiyaçlarını karşılaması için Resulullah'a vakfettim. Artık bu bahçe Medine fakirlerinindir. Dolayısıyla eşyaları topla ve dışan çık. Eşyasını topluyor, bahçeden dışarıya çıkıyor. İlk suali şu oluyor:
- Yâ Ebâ Talha, bahçeyi bağışlarken kendi adına mı bağışladın, yoksa ikimiz adına mı?
-Hayır, ikimiz adına bağışladım.
- Allah senden razı olsun, yâ Ebâ Talha, ben her sabah evden çıkıp, bu bahçeye doğru gelirken, çevremdeki fakirleri görüyordum, onların çocuklarının ağzına bir tane hurma düşmüyor. Hurmaları yok, onları gördükçe içim parçalanıyordu. Ve içimden geçiyordu ki, bu bahçeyi fakirlere vakfedelim. Ama senden çekiniyordum. Demek benim kalbimden geçeni sen de okumuşsun ki, gelen âyet üzerine bahçeyi vakfetmişsin. Allah hayrımızı kabul etsin, dedi ve eşyalarını alarak evlerine döndüler.
…………..
Ebu Talha, Peygamber Efendimizi öyle çok seviyordu ki , evinde pişirdiği yemeği yalnız yiyemezdi. Sevgili Peygamberimize haber gönderir onun iştirakini isterdi. Efendimiz de zaman zaman gider, Ümmü Süleym'in hazırladığı yemeği yer ve orada öğle uykusuna yatardı.
Yine bir defasında, Ebu Talha (r.a.), hanımı Ümm-ü Süleym’e “Rasûlüllah’ın sesi çok zayıf çıkıyor, aç olmalı; bir şeyler hazırla da gönderelim” dedi. Oğlu Enes’le arpa ekmeği gönderebildiler. Rasûlüllah Mescid’de bazı sahâbileriyle oturuyordu. Onlara, “Haydin, Ebu Talha’nın evine gidelim” dedi. Rasûlüllah’ın o kadar sahabisiyle geldiğini görünce Ebu Talha telaşlandı. Fakat hanımı Ümm Süleym, “Rasûlüllah var, telaşa gerek yok, Allah ve Rasulü daha iyi bilirler” dedi. Rasûlüllah Ümm-ü Süleym’e “Evinde ne varsa getir” buyurdular. Ümm-ü Süleym, arpa ekmekleriyle birlikte biraz da tereyağı getirdi. Rasûlüllah onların üzerine bereket duası okudu. O az tereyağlı ekmekten gelen sahâbiler onar onar yediler. Tamamı 70-80 kişi vardı. Hepsi doyup kalktığında yemek hiç yenmemiş gibi duruyordu. (Buharî, 8:680)
Resulü (s.a.s.)’nün mübarek hadislerini toplamak için O’nun huzurundan ayrılmayan Ebû Hureyre, bir gün açlıktan ayakta duramayacak hale gelmişti. Bu durumunu gelip Efendimiz (s.a.s.)’e arz etti. Onun açlığını gidermek için evinde yedirecek bir şey bulamayan Efendimiz (s.a.s.), Mescid’de bulunan ashabına durumu açıklamıştı. Peygamberimiz (s.a.s.)’in vermiş olduğu bu haberi Ebû Talha işitir işitmez hemen ayağa kalkarak: “Ya Rasûlallah, onu ben misafir edeyim” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Ama evde o anda çorbadan başka bir şey yoktu. O da ihtimal çocuklar için pişmişti. Bunun üzerine karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz bugün de bir şey yemeyebiliriz. Çocukları ikna edip yatıralım...” dediler ve şöyle bir plan kurdular: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecekti.. Zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi. Böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve Ebu Hureyre ve Ebu Talha, sabah namazında, Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (s.a.s.) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebu Talha'ya: " Dün gece misafirinize olan davranışınız sebebiyle Allah Teala Hazretleri taaccup etti (ve güldü)!" buyurdu ve şu Ayet-i Kerime nazil oldu. (Mealen): "...Ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler" (Hasr 9) buyurdu.
……………
Yine bir başka Hadis-i Şerif’te Abdullah Ibnu Ebi Bekr anlatiyor: "Ebu Talha el-Ensari radiyallahu anh bahcesinde namaz kiliyordu. Derken , Dubsi denen kumruya benzeyen bir kus uctu. Kırmızı gagalı, yeşil renkli, nağmeler cıvıldayan kuş, gidip gelmeye, çıktığı yeri aramaya başladı, fakat bulamadı. Bu hal Ebu Talha'nın garibine gitti ve bir müddet gözleriyle kuşu takip etti. Sonra namazına döndü. Ne kadar kıldığını bilemiyordu. Kendi kendine: "Bu malımdan bana fitne arız oldu!" dedi. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek namazda başına gelen fitneyi anlattiı ve "Ey Allah'in Resulu! Bu bağım Allah için sadakadır, onu dilediğine ver!" dedi." Muvatta, Salat 67, (1, 98) ,Kütüb-ü Sitte: (5342).
Cihadı
Ebu Talha, savaşlarda canıyla cömertti, Sesi çok gürdü ve dolayısıyla düşmana korku salardı. Bedir savaşına da katılmıştı, ancak O’nun savaş meydanlarındaki kahramanlığı ve Efendimiz (s.a.s.)’in yolunda dillere destan fedakârlığı asıl Uhud’da ortaya çıktı. Zira, bu savaşın bir bölümünde İslâm ordusu içinde dağılma yaşanmış ve müşrikler bütün güçleri ile Allah Resulü (s.a.s.)’ i, hedef almışlardı. Savaşın bu kritik anında Peygamberimiz (s.a.s.)’in önünde savaşan on beş kadar fedakâr insandan biri de Ebû Talha idi. O’nun isabetli ve seri bir şekilde ok attığı bilinmekteydi. Uhud’da bütün savaş mahareti ve cesaretini ortaya koyan Ebû Talha, Peygamberimiz’in (s.a.s.) huzurunda yerini alarak, bir taraftan düşmandan gelecek oklara karşı göğsünü siper ediyor, bir taraftan da “Anam babam sana feda olsun Yâ Resülallah! Arkamdan çıkma ki, sana herhangi bir ok isabet etmesin!” diyordu. O, üzerlerine gelen düşmanı püskürtmek üzere ok atarken, gür sesi ile Efendimiz (s.a.s.)’e:
Canım canın için feda;
Yüzüm yüzün için kalkandır.
şeklinde hitap ediyor ve düşmana da gereken dersi veriyordu. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
-Ebu Talha'nın sesi yüz askerin sesinden daha hayırlıdır.
Ebu Talha Hazretleri’nin okları bitince Peygamber Efendimiz yerden çöpler alarak kendisine uzattılar. Okçu mücahidin düşmana doğru gönderdiği Peygamber eli değmiş çöpler, bir mucize olarak havada keskin bir ok olarak menzili vuruyordu.
Bedir ve Uhud’dan sonraki bütün savaşlarda da Ebû Talha (r.a.), Efendimiz (s.a.s.)’in yanından ayrılmamıştı. Huneyn Savaşı’nın başlangıcında Müslümanların pusuya düşerek zor anlar yaşadığı anda da, fedakârlık ve kahramanlığını ortaya koydu O gün Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
- Kim, bir düşmanı öldürürse; düşmanın üzerinde nesi varsa, O gâzîye âit olacaktır. Ganîmete, dâhil edilmiyecektir.
O savaşta Hz. Ebû Talhâ tek başına, o gün yirmi dokuz tane müşrik öldürmüştü. Üzerlerinde bulunan bütün eşyâları topladı. İçlerinden bir kılıç bile almadan, hepsini Peygamber Efendimiz’ in önlerine bıraktı. O'nun tek isteği, sâdece Allahü Teâlâ’ nın ve Resûlullah’ ın rızâları idi.
Peygamber Efendimiz’ e Yakınlığı
Hz. Ebû Talha’nın yakınlığı Resûlullah Efendimiz’ in, O’nun evini sık sık ziyaretetmesinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Talha’nın üvey oğlu Enes bin Mâlik , Resûl-i Ekrem’in bu sevgisini şöyle anlatıyor: “Resûlullah efendimiz, daima evimize gelip gider ve bizi memnun etmek için her şeyi yapardı. Bizimle şakalaşır, bize dua ederdi. Resûl-i Ekrem’in bizimle olan yakınlığı o dereceye varmıştı ki, hepimizi ayrı ayrı sevindirirdi.
Kandehlevî‘ den Hayatü’s-Sahabe’de şöyle bir örnek nakledilmiştir: “ Ebû Talha’nın oğullarından Ebû Umeyr’in Nuğayr adında oynadığı bir kuşu vardı. Bir defasında Efendimiz (s.a.s.), “Ey Ebû Umeyr! Senin Nuğayr’den ne haber” diye sorup çocuğun gönlünü almıştı.” Hatta Nugayr vefat ettiği zaman, Peygamber Efendimiz’ in, Umeyr’ e taziyeye gittiği rivayet edilir. Umeyr ise Ebu Talha ‘ nın çok sevdiği vefat eden oğludur.
Hz Enes “Namaz vakti geldiği zaman, biz de Resûl-i Ekrem’e bir seccade yayar, arkasına dizilir, namazımızı kılardık” diye de buyurmuştur.
Hz. Ebû Talha’nın evinde güzel bir yemek pişirildiğinde mutlâka Resûl-i ekrem efendimiz hatırlanır, onun bu yemeğe iştirakini isterlerdi. Ebû Talha’nın hanımı olan Ümmü Süleym, fırsatların hepsini hemen değerlendirirdi. Bir gün tavşan pişirmiş ve Allah Rasulü’nün payını ayırmıştır. Ebu Talha ise tavşandan yemeden önce, Rasulullah bundan yedi mi? diye sormuş, “ evet” cevabını aldıktan sonra kendi yemiştir.
Allah Resulü (s.a.s.)’nü sevdiği kadar ona ait hatıraları da teberrüken yanında saklamaya çalışan Ebû Talha, Efendimiz (s.a.s.) tıraş olurken mübarek saçlarını toplar, bunları evinde muhafaza ederdi. Peygamber Efendimiz’ de Ebu Talha’ dan, saçlarını ashabına dağıtmasını isterdi.Allah Rasulü bazen onun atına binerdi. Mekke veya Medine'de bir gece çok şiddetli bir gürültü duyuldu. Şehir halkı ne olup bittiğini anlamak için evlerinden fırladıklarında, Sevgili Peygamberimizi sesin geldiği istikametten gelirken gördüler. Efendimiz, sesi duyduğu anda en yakındaki ata binerek hızla olay yerine gitmiş, önemli bir şey olmadığını görünce geri dönmüştü. Kullandığı at, Ashab-ı Kiram’dan Ebu Talha' nın atıydı. "Korkacak bir şey yok; ben Ebu Talha’nın bu atını pek rahvan, pek hızlı buldum” buyurdu. Oysa at, ağırlığıyla biliniyordu; çok yavaş yürüyordu, Rasûlüllah’ın altında hızlanmıştı ve o günden sonra hiçbir at ona yürüyüşte yetişemedi. Efendimiz bu ata dua buyurarak; "Deniz gibi..." buyurdu. Kutaf cinsi atlara bu nedenle, Bahr / Deniz adı verilmiştir “. (Buhari, “Cihad”,46,82; Müslim, “Fezail” 48).
İki Cihan Güneşi Efendimiz dar-i bekaya irtihal edince kabr-i şeriflerini Medine halkının adetine uygun olarak kazmak şerefi de ona nasib oldu. Ebu Talha (r.a.) hizmetin her çeşidinden anlardı. Bir hizmet eri gibi koşardı. Medine'de kabir kazma işiyle de tanınırdı.. Resulullah aleyhissalatu vesselam için mezar kazmaya azmettikleri vakit Ebu Ubeyde İbnu'l Cerrah'a adam gönderdiler. O, Mekke halkının mezarı gibi şak şeklinde mezar kazıyordu. Ebu Talha'ya da adam gönderdiler. O da Medine ahalisinin mezarı gibi, lahid tarzında mezar kazıyordu. İşte bu iki zata iki ayrı elçi yola çıkarıldı. Ashab "Allahım, Rasulün için sen tercih et" diye dua etti. Ebu Talha'yı yerinde buldular ve kazı yerine getirdiler. Ebu Ubeyde yerinde bulunamadı. Böylece Rasulullah aleyhissalatu vesselam için lahid tarzında mezar hazırlandı."
Peygamber Efendimiz’ e Bağlılığı
Efendimizi canı gibi sever, ona hizmeti şeref bilirdi. Huzur-i alilerinde pür edeb diz çökerek otururdu. Onu gölge gibi takib ederdi.
Ebû Talha, Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda da oldukça hassas bir yapıya sahipti. İçkinin yasaklanmasını bildiren ayet nazil olduğu zaman, o hiç tereddüt göstermeden Allah’ın emrini yerine getirmişti. İslâm’dan önce içkiye düşkün olarak tanınan Ebû Talha, arkadaşlarını toplayıp evinde içkili ziyafetler verirdi. Yüce Allah, emir ve yasaklarını yavaş yavaş insanlara bildirmişti. Sarhoş edici içkileri de tedrici olarak yasaklamıştı. Nihai hüküm olarak içkinin haram kılındığı ferman edildi. Bu kesin hükümden sonra gelişen olayı Ebû Talha’nın evlatlığı Enes anlatıyor: “Ben, bir gün Ebû Talha’nın evinde içki sofrasında kadehleri dolduruyor, sâkilik yapıyordum. Onlar da içmeye devam ediyorlardı. Tam bu sırada dışarıdan Allah Rasulü (s.a.s.)’nün münadisinin sesi duyuldu. O, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız. Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah’ı zikr etmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu pis işlerden vazgeçmiyor musunuz?” (Maide, 5/90-91) ayetini okuyordu. Ben de, bu ayeti gelip içeridekilere haber verdim. Onlar Yüce Allah’ın “Artık içmekten vazgeçmiyor musunuz?” ayetini işitir işitmez, başta Ebû Talha olmak üzere “Vazgeçtik, artık içmeyeceğiz Ya Rabbi!” diyerek ellerindeki içki bardaklarını yere attılar. Ağzına içki almış olanlar onu geri tükürdüler. Küplerdeki içkiler boşalttı. İçki, sokaklarda aktı...” (Buharî, “Tefsir”, 10)
Bir başka olay ise şöyle cereyan etmiştir: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) devamlı su içtiği bir bardağı, Ashab-ı Kiram’ ın ileri gelenlerinden olan ve kendisinin hususi hizmetini gören Enes bin Malik (r.a) tarafından saklanmıştı. Hicaz bölgesinde kap imalatında kullanılan ‘nudar’ ağacından yapılmış, genişliği derinliğinden daha fazla olan bardağın duvara asmaya yarayan demirden bir halkası da vardı. Hazreti Enes (r.a) bu halkayı altın ya da gümüşten başka bir halka ile değiştirmek istediğinde üvey babası Ebû Talha (r.a) “Sakın ha, Rasulullah’ın (s.a.v) yapmış olduğu bir şeyi kat’ iyyen değiştirmeye kalkma” diyerek mani olmuştu. Enes, siyah bir kılıf içinde muhafaza ettiği bu kadehle bazı ziyaretçilerine su ikram ederdi.
Hayatının Son Seneleri
O, canından çok sevdiği Fahr-i Kainat (s.a.) Efendimiz’in irtihalinden sonra onun ayrılığına dayanamayarak diğer sahabiler gibi başını alıp Şam tarafına gitti. Uzun müddet orada kaldı. Hasretini gidermek ve kabr-i şeriflerini ziyaret etmek için, Hz. Ömer’in şehadetinden az bir zaman önce, kendisine yapılan davete icabeten Hz. Ebû Talha (r.a.), Medine’ye döndü ve Hz. Osman ile Hz. Ali dönemlerinin sonuna kadar ibadet ve ilim neşretmekle sakin bir hayat geçirdi. Hz. Ömer (r.a.) ona çok güvenirdi. Halifeyi seçmekle görevli şura meclisinin kapısında bekçilik görevini ona verdi. Halife seçilinceye kadar kimsenin rahatsız etmemesini ve üç gün müddet vererek halifenin süratle seçimini sağlamasını ondan istedi. O da bu vazifeyi seve seve yerine getirdi. Ensardan 50 kisiyle kapıyı tuttu ve üç gün içerisinde halifenin seçilmesine yardımcı oldu.
Ebu Talha yaşlanmıştı. Fakat gönlü hakikaten gençti. O hala cihad aşkıyla yanıyordu. Bir gün Kur'an-ı Kerim okuyordu. “Ey mü’minler, gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz. Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz!” mealindeki Tevbe suresi 41. ayetine gelince durdu ve: "Rabbimiz bizi, ihtiyar da olsak genç de olsak savaşa gitmeye çağırıyor." dedi. Kendisinin harp için techiz edilmesini istedi. Oğulları: "Babacığım sen yaşlısın harb etmek sırası bizimdir. Sen otur biz gidelim." diyerek engel olmak istediler. Fakat kabul ettiremediler. O günlerde, Hz. Osman zamanında Rumlara karşı bir savaş hazırlığı vardı. Kıbrıs’ a gidiliyordu. Ebu Talha bu deniz harbine katıldı. Gemide ağır hastalandı ve bir müddet sonra vefat etti. (654 m.). Vefat ettiğinde 70 yaşındaydı. Yedi gün süreyle karaya çıkamadıkları için defnedilememişti. Ancak cesedinde de herhangi bir bozulma meydana gelmemişti. Kandehlevi’nin yapmış olduğu araştırmalara göre, Hz. Ebu Talha Kıbrıs’ta defnedilmiştir.
Ebu Talha Hz.leri hassasiyet ve titizlikle 92 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir
…………
Resulullah aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur. "Ben kendimi cennete girmiş gördüm. Derken Ebu Talha'nın hanımı Rümeysa (r.a) ile karşılaştım.Bir de hışırtı kulağıma geldi. "Bu kimin hışırtısı ?" dedim. "Bilal’ in!" dediler. Avlusunda bir cariye bulunan bir köşk gördüm. "Bu kime ait?" dedim. "Ömer bin Hattab' ındır!" dediler. İçine girip bakmayı arzu ettim. Ancak senin kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm!" Ömer, bu söz uzerine ağladı ve: "Sana karşı da mı kıskanç olacağım ey Allah'ın Resülü!" dedi." .
Zeyd Bin Sabit
Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in ashabının ileri gelenlerinden biridir.Ensardan,Hazreç kabilesininbir kolu olan Neccaroğulları’na mensuptur.Babası Sabit,annesi Malik b.Muaviye’nin kızı Nevvar’dır.
Zeyd(r.a.) hicretten yaklaşık 11 yıl önce dünyaya gelmiştir.Babası O henüz 6 yaşındayken, hicretten 5 yıl önce, Buas gününde yani Evs ve Hazreç kabileleri arasında çıkan savaşta ölmüştü.
Peygamber Efendimiz(s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde 11 yaşlarındaydı. Nitekim Bedir Gazvesine boyundan büyük kılıcı sürükleyerekkatılmak istemiş fakat Efendimiz(s.a.v.) tarafından güzel bir dille geri çevrilmiştir. Bir rivayete göre Uhud Savaşı’na da katılamamış, ilk bulunduğu gazve Hendek Gazvesi olmuştur. Hendek açmak için toprak taşırken Efendimiz(s.a.v.)’in ‘bu ne iyi bir çocuktur’ iltifathına mazhar oluyor.
Zeyd(r.a.)çok akıllı,zeki ve hafızası güçlü bir sahabi idi. Efendimiz(s.a.v.) daha Medine’ye hicret etmeden bir çok sureyi ezberlemişti. Annesi O’nun bu yeteneğini farkedince elinden tutup Resullullah’a götürüyor ve ‘Ey Allah’ın Resulü! Oğlumuz Zeyd Kur’an-ı Kerim den 17 sure bilen ve kalbinize nasıl indirildi ise öyle tilavet eden biridir.Ayrıca çok zekidir, okuma ve yazması çok güzeldir,sizin yanınızda durmak istiyor, O’nu dinlemek istermisiniz’ diyor. Efendimiz(s.a.v.) dinliyor ve Bedir Savaşı’na küçük olması sebebiyle katılamayan Zeyd(r.a.)’yı yanına alıyor.
Allah Resulü(s.a.v) bir gün kendisine ‘Zeyd, benim için yahudi dilini öğren,söylediklerimin tam aktarılması konusunda onlara güvenmiyorum’ der. Zeyd(r.a.) da15 gün gibi kıs bir sürede ibraniceyi öğrendi. Onun bu müthiş zekasını gören Peygamberimiz(s.a.v.) süryaniceyide öğrenmesini ister ve 17 gün gibi kısa bir sürede süryaniceyi de öğrenir Zeyd(r.a.).
Böylece Zeyd(r.a.) Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in tercümanı oluyor,aynı zaman da vahiy katibi olma şerefinede erişiyor. İnen ayetlerle filizlenip büyüyor,ve ayetleri yazıya geçirip öğrenme imkanı elde ediyor.
Gelişip büyüyünce de ilimle cihadı birleştiren hayra talip bir dava eri oluyor. Ashabın alimleri arasında sayılıyor. Sadece Kur’an-ı ezberlemekle kalmamış,mirasla ilgili feraiz ilmini de çok iyi öğrenmişti. Öyle ki ashap arasında bu ilmi O’ndan daha iyi bilen yoktu. Resulullah(s.a.v.) ’feraizi en iyi bilen Zeyd’dir’ diyerek miras hukukundaki derin bilgisine ve hesap kabiliyetine işaret ediyordu.
Tebük Seferi’nde Beni Malik b. Neccar’ın sancağı ensardan Umare b. Hazm(r.a.)’ da iken ‘Kur’an da öncelik vardır;Zeyd senden daha çok sure ezberlemiştir ve ilmi senden ziyadedir’ diyerek sancağı Zeyd(r.a.)’ya veriyor.
Allah Resulü(s.a.v.)’nün vefatından sonra halifenin ensardanmı yoksa muhacirlerdenmi olacağı hususunda çıkan ihtilafta Zeyd(r.a.) ensara seslenerek ‘Ey ensar! Allah Resulü(s.a.v.) hicret edenlerdendi. Yerine geçecek halifede hicret edenlerden olmalı,biz Resulullah(s.a.v.)’ın yardımcısı ve destekçisiydik,yerine geçecek halifenin de hak yolunda destekçisi olacağız’ demiş ve hz. Ebubekir(r.a.)’e biat etmiştir.
Hz. Ebubekir(r.a.) zamanında Kur’an’ın toplanıp tep kitap haline getirilmesi için oluşturulan heyetin başındaydı. Bu tarihi hizmeti Hz. Osman zamanında da Kur’an’ın çoğaltılması konusunda tekrarladı.
Hz. Ömer(r.a.) ve Hz. Osman(r.a.) hilafetleri zamanında Medine’den ayrıldıkları zaman yerlerine Hz.Zeyd(r.a.)’yı bırakırlardı.
Hz. Osman(r.a.) zamanında beytülmala bakmakla görevlendirilmişti ve Hz. Osman taraftarıydı. Yermük günü de ganimetlerin taksim işini Zeyd(r.a.) üstlenmişti.
Hz. Zeyd b. Sabit (r.a)’nın evlatları ve torunları da dini sahalarda hizmet etmişlerdi. Bunlardan Harice isimli oğlu yedi fakihten biridir.
Miladi 612 yılında Medine de doğan Zeyd b. Sabit (r.a.) yine Medine de miladi 665 yılında vefat etmiştir. O öldüğünde müslümanlar,O’nun ölümüyle toprağa gömülen ilme ağladılar.
-------------------------------------------
Hz. Abdullah b. Abbas (r.a) ilme gidilir diye O'nu ziyaret ederdi. Bir defasında Zeyd Hazretleri hayvanına binerken özengiyi ve yuları tutunca "Bunu yapmaktan vazgeç, ey Rasulüllah'ın amcaoğlu!" dedi, İbn-i Abbas:"Biz alimlere böyle davranmakla emrolunduk." diye karşılık verince, "Bana elini göster." diyen Zeyd'e elini çıkarır çıkarmaz eğilip öperek, şöyle dedi Zeyd Hazretleri İbn-i Abbas (r.a)'a: "Biz Peygamberimizin ehlibeytine böyle davranmakla emrolunduk.’
Zeyd(r.a.) hicretten yaklaşık 11 yıl önce dünyaya gelmiştir.Babası O henüz 6 yaşındayken, hicretten 5 yıl önce, Buas gününde yani Evs ve Hazreç kabileleri arasında çıkan savaşta ölmüştü.
Peygamber Efendimiz(s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde 11 yaşlarındaydı. Nitekim Bedir Gazvesine boyundan büyük kılıcı sürükleyerekkatılmak istemiş fakat Efendimiz(s.a.v.) tarafından güzel bir dille geri çevrilmiştir. Bir rivayete göre Uhud Savaşı’na da katılamamış, ilk bulunduğu gazve Hendek Gazvesi olmuştur. Hendek açmak için toprak taşırken Efendimiz(s.a.v.)’in ‘bu ne iyi bir çocuktur’ iltifathına mazhar oluyor.
Zeyd(r.a.)çok akıllı,zeki ve hafızası güçlü bir sahabi idi. Efendimiz(s.a.v.) daha Medine’ye hicret etmeden bir çok sureyi ezberlemişti. Annesi O’nun bu yeteneğini farkedince elinden tutup Resullullah’a götürüyor ve ‘Ey Allah’ın Resulü! Oğlumuz Zeyd Kur’an-ı Kerim den 17 sure bilen ve kalbinize nasıl indirildi ise öyle tilavet eden biridir.Ayrıca çok zekidir, okuma ve yazması çok güzeldir,sizin yanınızda durmak istiyor, O’nu dinlemek istermisiniz’ diyor. Efendimiz(s.a.v.) dinliyor ve Bedir Savaşı’na küçük olması sebebiyle katılamayan Zeyd(r.a.)’yı yanına alıyor.
Allah Resulü(s.a.v) bir gün kendisine ‘Zeyd, benim için yahudi dilini öğren,söylediklerimin tam aktarılması konusunda onlara güvenmiyorum’ der. Zeyd(r.a.) da15 gün gibi kıs bir sürede ibraniceyi öğrendi. Onun bu müthiş zekasını gören Peygamberimiz(s.a.v.) süryaniceyide öğrenmesini ister ve 17 gün gibi kısa bir sürede süryaniceyi de öğrenir Zeyd(r.a.).
Böylece Zeyd(r.a.) Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in tercümanı oluyor,aynı zaman da vahiy katibi olma şerefinede erişiyor. İnen ayetlerle filizlenip büyüyor,ve ayetleri yazıya geçirip öğrenme imkanı elde ediyor.
Gelişip büyüyünce de ilimle cihadı birleştiren hayra talip bir dava eri oluyor. Ashabın alimleri arasında sayılıyor. Sadece Kur’an-ı ezberlemekle kalmamış,mirasla ilgili feraiz ilmini de çok iyi öğrenmişti. Öyle ki ashap arasında bu ilmi O’ndan daha iyi bilen yoktu. Resulullah(s.a.v.) ’feraizi en iyi bilen Zeyd’dir’ diyerek miras hukukundaki derin bilgisine ve hesap kabiliyetine işaret ediyordu.
Tebük Seferi’nde Beni Malik b. Neccar’ın sancağı ensardan Umare b. Hazm(r.a.)’ da iken ‘Kur’an da öncelik vardır;Zeyd senden daha çok sure ezberlemiştir ve ilmi senden ziyadedir’ diyerek sancağı Zeyd(r.a.)’ya veriyor.
Allah Resulü(s.a.v.)’nün vefatından sonra halifenin ensardanmı yoksa muhacirlerdenmi olacağı hususunda çıkan ihtilafta Zeyd(r.a.) ensara seslenerek ‘Ey ensar! Allah Resulü(s.a.v.) hicret edenlerdendi. Yerine geçecek halifede hicret edenlerden olmalı,biz Resulullah(s.a.v.)’ın yardımcısı ve destekçisiydik,yerine geçecek halifenin de hak yolunda destekçisi olacağız’ demiş ve hz. Ebubekir(r.a.)’e biat etmiştir.
Hz. Ebubekir(r.a.) zamanında Kur’an’ın toplanıp tep kitap haline getirilmesi için oluşturulan heyetin başındaydı. Bu tarihi hizmeti Hz. Osman zamanında da Kur’an’ın çoğaltılması konusunda tekrarladı.
Hz. Ömer(r.a.) ve Hz. Osman(r.a.) hilafetleri zamanında Medine’den ayrıldıkları zaman yerlerine Hz.Zeyd(r.a.)’yı bırakırlardı.
Hz. Osman(r.a.) zamanında beytülmala bakmakla görevlendirilmişti ve Hz. Osman taraftarıydı. Yermük günü de ganimetlerin taksim işini Zeyd(r.a.) üstlenmişti.
Hz. Zeyd b. Sabit (r.a)’nın evlatları ve torunları da dini sahalarda hizmet etmişlerdi. Bunlardan Harice isimli oğlu yedi fakihten biridir.
Miladi 612 yılında Medine de doğan Zeyd b. Sabit (r.a.) yine Medine de miladi 665 yılında vefat etmiştir. O öldüğünde müslümanlar,O’nun ölümüyle toprağa gömülen ilme ağladılar.
-------------------------------------------
Hz. Abdullah b. Abbas (r.a) ilme gidilir diye O'nu ziyaret ederdi. Bir defasında Zeyd Hazretleri hayvanına binerken özengiyi ve yuları tutunca "Bunu yapmaktan vazgeç, ey Rasulüllah'ın amcaoğlu!" dedi, İbn-i Abbas:"Biz alimlere böyle davranmakla emrolunduk." diye karşılık verince, "Bana elini göster." diyen Zeyd'e elini çıkarır çıkarmaz eğilip öperek, şöyle dedi Zeyd Hazretleri İbn-i Abbas (r.a)'a: "Biz Peygamberimizin ehlibeytine böyle davranmakla emrolunduk.’
HANEGİ
Hanegi eğitimi: İstidatlı, kabiliyetli, iyi niyetli, zeki, azimli, iradeli, cevherli bir genç; ehliyetli, vasıflı, güçlü, üstün bir zata “takılır”. Eskiden buna mülazemet (staj görme, bir işle ilgilenme, devamlı gidip gelme) de denilirdi. Mesela bir genç, önemli bir Zat’a yaklaşsa, Zat da onu benimsese, bir nev’i talebesi veya mânevî çocuğu gibi kanatları altına alsa; genç, Zat'ın konağına gidip gelse, sohbetlerinde bulunsa, onun bazı hizmetlerini görse; birkaç sene sonra bu takılmadan, bu mülazemetten büyük faydalar elde eder. Bu eğitim kütlevî bir eğitim değildir ama bu yolla çok yüksek, çok değerli, çok parlak, ileride çok hizmet edecek kimseler yetişebilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)